hiç başlamamış bir cümlenin ortasındayım... eski bir berjere yan oturmuş, ucuz bi şarap içiyorum... özneler öyle kuvvetli ki, bi yükleme gerek kalmıyor... mis gibi karışık...
harfler, her yerdeler... bi dolusu ama... yüzümde, saçlarımın arasında, parmak uçlarımda... yanyanalar, es-siz... sabırsız, heyecanlı ve benciller... aslında sıradan birer kelime olmak sadece dertleri... oysa, bi başına anlamlı kaç kelime var ki hayatta?!...
ne demişti, du bakiim... yalnızca bir kaç kelime... çıkmış hatırımdan. çünkü, söylerken yüzü öyle güzeldi ki, ince, kemikli parmakları çenesinde... ama ne demişti?! tek kelime...
" 'dört' kim?" diye sordu bugün biri, " 'altı' ve 'yedi'yi tanıyorum, 'sekizi' de belki hayal-meyal... ama 'dört'ü ben de çözemedim henüz" dedim.. 'inanmış'ı oynadı ve gitti... daha birkaç gün uğramaz...
ne düşünüyordum yine kimbilir ki, çenemden boynuma kaydı elim. parmaklarım şah damarımı farkedince durdum, kalbimin atışını dinledim bir müddet, peki, belki biraz daha fazla... anladım ki, unutmuşum onu orada... özür dilemek istedim, yüz bulamadım...
bi verandada uturuyorum, hafif bi hırka omuzlarımdaki... bir suya dönük yüzüm, bitmez-soğumaz bir kahve elimdeki, azıcık acıbadem likörüyle... huzurluymuşum gibi uzatmışım ayaklarımı, ve üşürmüş gibi kapatmışım omuzlarımı, kara kara hiçbir şey düşünüyorum... bir özlemek hissi içimdeki, ama bu anı küstürmemek için ses çıkarmıyorum... hiçbir şeyin arasına hiç kimseyi saklayıp, bir yudum daha alıyorum olmayan kahvemden ve benim olmamış hülyalara dalıyorum bu olmayan verandada... beklerim...