30 Kasım 2006 Perşembe

beyazperşembe

o, köşeleri kendine batık bi “dört”tü, en yakın arkadaşları “üç” ve “dokuz”… “sekiz”le uzun zamandır görüşmüyorlardı, “iki”yi de alıp ortadan kaybolmuştu.
dört bi gün “altı”yla tanıştı. altı, olgundu, yere sağlam basardı, ne “beş”i geçtim diye gerinir, ne de “on” olamadım diye yerinirdi. uzun zaman mutlu oldular, olmamaları için bi sebep yoktu ki, üstelik ortak bi bölenleri bile vardı. ama bi gün ayrıldı yolları, o gün altı son kez bölündü ikiye, üçünü alıp gitti, dördün o ikiyi hala, sarı bi zarfta sakladığı rivayet edilir.
dört, dokuzun omzunda gecelerce ağladı, göz yaşları köşelerini eritmeye başlamıştı ki “yedi” çıktı karşısına. yedi, kendine güvenli, kararlı ve müdanasızdı, ne de olsa asaldı! aşık oldular birbirlerine, gerçekten… ama cesaret edemediler hiçbir zaman, hep kendilerine batırmaya alıştıkları köşeleri, kavuşmalarına engeldi…
vakurdu dört, sabırla bekledi kaderini, ama geçen zaman dilinden düşürmediği keskinliğini alıp götürdü,meşhur köşeleri yok oldu, o, pürüzsüz bir “sıfır”dı artık…
dördü gitti, kaldı sıfır…

29 Kasım 2006 Çarşamba

ne yapsa yeriyim...

ey okuyucu!! aşağıdaki listede sıralı olanlara riayet etmediğimi tesbit ettiğin an, mıkır mıkır yapmak suretiyle başımın etini ye, beni çıldırt ve yıldır ki adam olayım, yola geleyim...

tez zamanda yapılacaklar listesi
_ çeneni tutmayı öğren...
_ çok fazla düşünme...
_ bi ara bi büyü...
_ yürümeyi öğren...
_ insanlar nasıl erken yatıyolar öğren, tatbik et...
_ insanlar nasıl erken kalkıyorlar öğren, tatbik et...
_ çeneni tut...
_ şu göbekten kurtul...
_ fazla düşünme...
_ eski müzik zevkini hatırla, ona dön...
_ "kız gibi" ne demek öğren, mümkünse ol...
_ şu çeneni tut artık...
_ bir bira markasını kendine sponsor edin...
_ kahveyi azalttın afferin, devam et...
_ düşünmeeee...
_ işten çıkınca eve gidilebiliyo, hatırla...
_ zıpırları zıp...*
_ zöpleri zöplet...*
...
...
...
eveeeeeeet şimdi de, sağ elimizi kaldırıyoruz ve yüz hizamızda ayası sağa bakacak şekilde çeviriyoruz, sonra parmaklarımızı dudaklarımızın üzerinde piyano çalar gibi gezdiriyoruz. ancak bu noktada önemli olan çıkacak bıdıgk, durgk, bili sesleri, çünkü konsept bunların üzerine kurulu...
yaptık mı?!
harika!
o zamaaaaan; artık gerçek birer deliyiz...
hayırlı olsun...

*selçuk erdem

28 Kasım 2006 Salı

(+)(+)(-)

"ben"i ararken seni,
"sen"i ararken beni buluyorum...
ama "biz" yok...
garip...

27 Kasım 2006 Pazartesi

yanık gemi(ler)

geçen gece biri bana "nasılsın görüşmeyeli?" diye sordu, "değişen bişey yok, aynı" dedim, "o da bişey, stabilsin yani?!" dedi karşılık olarak... sonra bi ampul yandı(dınngk), evetti, hakikatendi, stabil olmak gerilemekten iyiydi...
şimdi;
stabilim, harekete geçmeden önce, bir süre daha...

24 Kasım 2006 Cuma

çağrı*

-karma?!
-...
-karmaaa?!
-...
-karma...
-...
-...
-...
-ben de öyle düşünmüştüm...


*earl

21 Kasım 2006 Salı

kibrit suyu

birileri, yeryüzünde söylenen her sözün sonsuza dek uzay boşluğunda nazlı nazlı salındığını söylüyor, pek güzel bir düşünce ve hatta inşallah!! belki de bu lakırdılar dolanırken birbirlerine rastlayıp, selamlaşıyorlardır, son söylenen eskilerine buralardan haberler götürüyordur… hmm… giderek ısınıyorum bu fikre! acaba diyorum dile getirdiğimiz sözler, yalanlar ve doğrular olmak üzere istifleniyor mudur?
“gerçek”ten kaçmaya hali hazırda gönüllü olan biz ademoğulları, şakır şakır yalan söylüyoruz, öyle ya da böyle, pembe, gri veya siyah, çoğu zaman kendimize, arada bir de başkalarına, ama kıvıl kıvıl yalan dolu ortalık, kabul edelim… gerçi, itiraf ediyorum “dünya” denilen gezegen de hak ediyor yani! bu nedenle biz de anlık vicdani sızılar dışında çok da rahatsız olmuyoruz bu durumdan.
güzide saçmalamalarımdan biri daha;
bir gün, sonsuzlukta uçuşan sözlerimizle yüzleşme fırsatımız olsa, hatta herkesin şahsa ait, kapısında “yalanlar” ve “doğrular” yazan iki odası olsa ve biz her birinden girip kronolojik olarak hepsini dinlesek… bembeyaz odalarda, beyaz koltuklarımızda oturmuş, duvara yeşil rakamlarla o sözün söylendiği tarih yansıtılmışken, kendi sesimizden… neler hissederiz acaba, belki de bu zeminde alışageldiğimiz yalanlarımızdan, bambaşka bir atmosferde utanç duyarız ya da söylerken gurur duyduğumuz dürüstlükler anlamsızlaşır, kim bilir…
üff!! böyle düşününce insanın ağzını açası gelmiyor!

19 Kasım 2006 Pazar

dön(mek)

… gözlerinden yaşlar gelene kadar güldükleri günler olmuştu, aynı yaşları kederden akıttıkları da… (ağustos’06)

gençtik!
sayımız biri geçti mi, “hayyam”a gider bi şişe villa doluca alırdık. elden ele dolaştırıp kanımıza katardık mis gibi şarabı, küçük bir kasabanın, yosun kokan sahilinde… ve titrek bi ateşti karşı yakada gördüğümüz…
mutluyduk aslında, hem de çok, yalnızca bunun farkında değildik, farkında olmak için büyümek gerekti…
yüksek dozda “isyan”la yüklüydü zihinlerimiz, düzene, hayata, o şehre, kendimizden başka herkese ve hatta zaman zaman kendimize…
çok gençtik!!
öyle ki, bir bir azalacağımızı henüz bilmiyorduk, hayal kurmak tatlı bir oyundu hala…
hep geride bırakmak istedik o şehri, o küçük kasabayı, o kasabanın esintisini, sesini, sessizliğini, bildikliğini, naifliğini…
o titrek ateş içimizde yanıyordu ve biz “gitmek” istiyorduk!
aradan yıllar geçti…
birkaç yaş daha alıp koyduk diğerlerinin yanına…
şimdi çok azımız kaldı geriye ve sakinleştik sanırım biraz…
yine bir sahil kenarındayız, yine aşk kırmızısı bir şarap tadı dudaklarımızdaki, evet, şarabın tadı da, dalıp gittiğimiz manzara da farklı, ama içimizdeki “gitmek” isteği aynı…
oysa o yıllarda gelmeyi istediğimiz yer tam da burasıydı…

(o titrek ateşte aklı kalan herkese…)


17 Kasım 2006 Cuma

cinnet

hani bi çeşit insan vardır; hayattaki yerini bulamamış, karakteri oturmamış, ne istediğini bilmeyen, her zaman başkalarına hayranlık duyan ve benzemeye çalışan, bu uğurda çaba sarfeden ve bu çabayı mübah gören, sonra tüm yaptıklarını kendi fikriymiş gibi satan ve hatta kimi zaman buna kendi de inanan, küçük, minicik insancıklar...
üstelik kendi küçüklüğünü unutup herkesi küçümsemek, bu "şekil"i seçmiş insanlar için başlıca kuraldır...
bu insanların anlatacak çok şeyleri vardır, her fırsatta nefesleri tükenene kadar konuşurlar- ki genelde nefesleri tükenmez!- , yüzlerce cümle kurarlar ve hepsinin sonuna da "so what?" sorusu pek yaraşır.
işte bigün bunlardan biri karşımda konuşurken "BOOOOOOOŞ!!!" diye bağırmak istiyorum!

16 Kasım 2006 Perşembe

gurme

eveeeet...
yine bir mevsim dönümü...
delircem!
hep bööle oluyo, bu geçişlerde, aç değilim bişey değilim ama canım hep bişiiler yemek istio... daha doğrusu canım bişii çekio da ne olduğunu bi türlü bulamıorm, tabii karambolde dünyayı yiyorm o ayrı!! yani son aylarda yeterince "tombik"leştiğim yetmiomş gibi... üff!
oldukça da alakasız şeyler üstelik, bu ilkbaharda elma suyuyla kirazdı mesela... geçen sonbahar, kıymalı pide... ondan önce tarhana çorbası...
bide kafam takılıyo yani, geçen gece gece "bu mu ki" die börek yedim mesela, bi de nelisi bilemediğim için karışık aldık! en komiği de; bişeyi yerken "aha bu!" diorm, rahatliicam artık, ama yemek bitio, bi bakıorm içimdeki kurtçuk gitmemiş...
...
ne acaba yaw?!
...
neyse ya, kısmetse yakında bulurum...


*günün yemeği; tavuk dürüm (olmadı!!) :(

14 Kasım 2006 Salı

şifa

uyandı…
kıpkızıl bir elbise giydi, kan kırmızı bir elbise…
öfke içinde giderek büyüyen bir alev gibiydi, mutsuzluk da dumanı…
saçlarını ensesinde topladı…
uzun, ince boynu iyiden iyiye çıplak kaldı…
aynadaki aksine takıldı gözü…
birden sol elinin uyuştuğunu hissetti, sonra kolunun, ardından yüzünün…
kısa sürede tüm bedeni uyuştu, olduğu yerde öylece, hissiz, devinimsiz kalakaldı…
yok olmamıştı, ama “var”da değildi…
önce telaşlandı, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını fark etti…
hayallerini anımsadı sonra, akşam için yaptığı planları, gelecek yıl ne yapmak istediğini, on yıl sonra olmak istediği kişiyi düşündü, henüz tanışmadığı insanları, görmediği yerleri, hiç tatmadığı duyguları… hiçbir anlamı yoktu artık bunların.
hatalarını telafi etme şansı da olmayacaktı bundan sonra…
içindeki öfke geldi aklına, üzüntüleri, mutsuzlukları…
bulunduğu an onu kertelerce uzağa taşımıştı, her şey geride kalmıştı ve oldukları yerden çok küçük görünüyorlardı…
şimdi de pişmanlık yakıyordu içini, kaderini fazla küçümsemişti…

birden irkildi…
gördüğü kabustan uyandı, zihni kötü bir oyun oynuyordu…
aynadaki aksi bıraktığı yerdeydi ancak kendi hareket edebiliyordu…
bir an düşündü…
boş kalan boynuna bembeyaz bir şal doladı…
hayatla aralarında ateşkes ilan edilmişti…



bir gün bir haber alırsın, karanlık, sarsıcı bir haber…
ama isyan etmek aklına bile gelmez,
çünkü anımsamak ve şükretmek de aynı zarftadır…

gök mavisi

"kırılganlığımın, sıkı sıkıya sakladığım yerinden sıyrılıp, hayatıma yaptığı yansımaları seviyorum!"

demişim...
gözlerim beyaz yol çizgisinde...
*11.11.06

10 Kasım 2006 Cuma

gökten üç elma...

iki sincap, bir de fil bi çete kurarlar, amaçları türlü saçma suikastler düzenlemektir...
bir gün kabarık saçlı, küçük elli bi kızı gözlerine kestirirler...
onu gizlice takip edip, evini öğrenirler...
o günden sonra her gündoğumunda, herkes uyurken sinsice odasına girerler kızcağızın, sincapların herbiri bir gözüne, fil de üzerine oturur zavallıcığın...
işte masum kahramanımızın sabahları uyanmakta zorlanmasının sebebi budur...

9 Kasım 2006 Perşembe

pan

lan!?
yoksa!?
truman show'da mıyız?!
...
yok artık!?
...
hihiiii!!
nerdeeee!!
...
...

...
*bugünün hissesi; sıkışık trafik hayal gücümüzü besler... =)

5 Kasım 2006 Pazar

yazdan kalma

“bugün”le “arnavutköy” evlensin, kırkgün-kırkgece kutlamalar yapılsın, şenlikler olsun, yenilsin içilsin…
sonra bunların kedi gibi bir sürü yavrusu olsun, sonra o yavrular da yenilerini doğursun…
dünyanın silueti değişsin, mutluluk her yeri kaplasın, hepimizin dudaklarının kenarında, hiç geçmeyen, minicik tebessümler olsun…
olmaz mı?!
neden olmasın ya, olur bence...

4 Kasım 2006 Cumartesi

mor tarçınlı sıcak sahlep

mevsimin ilk karı…
hayattaki pek çok şey gibi çok erken,
pek az şey gibi çok güzel...

yeşil

tanrım ne olur bana yağmuru sevmeye devam edecek güç ver!
ıslanmakla, üşümekle ya da trafikle bi alıp veremediğim yok ve hatta –bi noktaya kadar- ıslanmayı seviyorum da. ama şemsiyeler beni delirtiyor! yanımdan geçenlerin şemsiyelerinin uçları sürekli kafama saplanıyor! bazen diyorum ki ben de alayım bi tane, yağmurdan değilse bile diğer şemsiyelerden korunmak için. ama kullanmayı bilmiyorum ki! birileri “bi tutsana?!” diye elime tutuşturduğunda bile salağa dönüyorum, ha uçtu, ha uçacak, yok birinin gözü çıkacak diye panik oluyorm ve her seferinde de bu şemsiye müessesesinin bana göre olmadığına daha bi emin oluyorum… ıslancam abi ben! kullanmiicam şemsiye falan… doğayla restleşmem devam ediyor, özetle, “inat ettim yağmura!”
bu yağmurun bir yüzü, bir de ikinci yüzü var…
bugün bir haber sitesinde okudum ki, toprak suya doymuş… bunun bir heyelan uyarısı olmasını bi yana bırakırsak, haber çok tatlı aslında. aralarında salınıp duran insanoğlunu umursamadan “şiddetli” bir aşk yaşıyorlar ve biz sırılsıklam, çıldırmış, kudururken, onlar yudum yudum içiyorlar birbirlerini, naif bir aşk hikâyesi… toprak yağmura doymuş…

muhalif

dert bir...

2 Kasım 2006 Perşembe

yakut

hani küçükken herkesin iyi kötü hayalleri vardır ya, işte pilot, doktor, mimar(!), anne, vs. olmak gibi… yaşımızı ve eğitimimizi aldık, bunlardan birini olduk, e güzel. şimdilerde de yaşama, yaşayışa dair hayaller kurmaya başlıyoruz… nerde, nasıl bir mevsimde, kim ya da kimlerle olmak istiyoruz, bu zamandan o zamana kimleri taşımak ya da unutmak istiyoruz, ne hissetmeyi, nelerle yüzleşmeyi umuyoruz, daha ruhla, kişiyle, kaderle alakalı şeyler yani… kimi zaman kendimi bir deniz kıyısında hayaller kurarken buluyorum, hepsi birbirinden naif hayallerimin, ben minik şeyler istiyorum hayattan, bi şal bir de duman rengi bi kedi mesela… ama bazen onlar benden o kadar uzağa düşüyor ki, bu uzaklık içimi acıtıyor… çok…

1 Kasım 2006 Çarşamba

rüya

bomboş bir duvara bakıyordu, boş, beyaz bir duvara, hiçbir şey düşünmeden… “o an"ın tadını çıkarıyordu, huzurun, dinginliğin… adamın parmakları saçlarının arasında dolaştı… söylenecek onca söz varken susuyorlardı, o an öyle güzel, öyle yalındı ki, geçmişsiz, geleceksiz…