25 Aralık 2006 Pazartesi

santa

hayat akıp giderken bana bulaşmasın, değmesin, dokunmasın… ben onu rahatsız ediyor muyum?!

bugün bi arkadaşım, “bu yıl noel babadan ne istedin?” diye sordu, hiç tereddütsüz, “küsüm, bişey istemedim” dedim…
aslında düşünmedim hiç, isteyebilirliğimin farkında değildim…
sonra bütün gün, böyle bi şans olsa, ne isterdim, onu bulmaya çalıştım. bigün içinde bile o kadar çok kere değişti ki ruh halim, ya hiçbir şey isteyemeyecek kadar yılgın hissettim, ya da dünyaları isteyecek kadar doyumsuz…

bu yıl pek iyi değildi, yenisi bundan iyi olsun istiyorum, ama bi sonrakinden de kötü olsun…
ya biran önce orta yaşlı olayım ya da şu büyüme işi sona ersin burda kalayım istiyorum…
içimdeki huzursuzluğu silecek “bişey” istiyorum, herhangi bişey, biri belki, bi söz, bi his, bi işaret, bişey…
çok kırıldım, tamir olmak istiyorum…
“mor ve ötesi” konserine gitmek istiyorum…
en sevdiğim kitabı ilk kez okuyormuş gibi okumak istiyorum…
bi dolu, kocaman yüzük istiyorum…
saçım hiç uzamasın istiyorum…
gerçekten gülmeyi unuttum, istiyorum…
bana ruj yakışmıyor, yakışsın istiyorum…
telefonum daha çok çalsın istiyorum…
karnım acıkıyo hep, acıkmasın istiyorum…
söyleyemediklerim var, söylemek istiyorum…
duymadıklarım var, duymak istiyorum…
duyduklarım var, unutmak istiyorum…
unuttuklarım var, hatırlamak istiyorum…
sesim kötü, güzel olsun istiyorum…
hiç yorulmamak istiyorum…
kızgınım, geçsin istiyorum…
mutsuzluk defolsun gitsin, bi daha semtime uğramasın istiyorum…
içimde kış, bahar olsun istiyorum…
gittim, geri dönmek istiyorum…
döndükten sonra pişman olmak, geri gitmek istiyorum…
içmemek ama sarhoş olmak istiyorum…
ben sözümde duruyorum, herkes dursun istiyorum…
ben yalan söylemiyorum, kimse söylemesin istiyorum…
bi süre yok olmak istiyorum…
yok olduğum fark edilsin istiyorum…
üzüldüm çok, onlar da bunu bilsin istiyorum…
bilsinler ve benden özür dilesinler istiyorum…
affetmek, affedip içimi temizlemek istiyorum…
şimdi kalkıp sahilde yürümek istiyorum…
üşengecim çok, üşenmemek istiyorum…
bi sözü söylemeden önce iki kere düşünmek istiyorum…
bi güç fincanıma sürekli kahve doldursun istiyorum…
hiç sabah olmasın, hep gece olsun, sürekli uyumak istiyorum…
hep yatağımda kalmak, hiç çıkmamak istiyorum…
hep iyi hissetmek istiyorum…
buna bi son vermek, gerçeği kabullenmek istiyorum…
BUNLARIN HİÇBİRİ OLMAYACAK!!

24 Aralık 2006 Pazar

"dönmek" istikameti

şu gitmek-dönmek durumlarını çözemedim daha... nereye ait olduğuma karar veremiyorum... ne biliim belki karar verdim (ya da verildi) de kabul edemiyorum.
"dönüyorum" dediğimde ok ne yönü gösteriyor, bilmiyorum...
buna kafa yorarken gidişlerimden (dönüş mü demeliydim?) birinde fark ettim...
bir otobüste boncuk gibi dizilmiş ilerliyorduk,
hava kararmıştı...
elimde duygudan yoksun ama iyi bi kitap vardı...
yanımda tanımadığım biri...
kulağımda da bi şarkı; dün mü? (quartet muartet/dokuz parça/yesterday?)
"geride bıraktığım"ı hissettirdi bana, geride kalana ait olduğumu...
sonra, her yolculukta aynı şey oldu, giderken de, dönerken de... (dönerken de giderken de...)
garip, öyle ya da böyle bi yere ait olmak iyi ama...
iyice karıştım ben...
ama olsun! tavsiye olunur,
ilk gece yolculuğunda...


not: merak edenlere yollarım ben şarkıyı, isteyin yeter...

ek bilgi:
"quartet muartet & sibel köse" 26 aralıkta beyoğlu hayal'de, ilgilenenlere...
daha ek bilgi: 27 aralıkta da "sıfır km" (levent yüksel, volkan öktem, ant şimşek) var yine hayalde... [sanırım ben orda olcam, gelirseniz görüşürüz efendim...]

22 Aralık 2006 Cuma

dil

soğuk…
çok karanlık ortalık, sanırım yerler de ıslak…
üstüm başım yapış yapış…
yavaşça soruyorum;
-kimse yok mu?
cevap yok…
bi kez daha, yüksek sesle;
-kimse yok mu?
mu… mu… mu…. muuu…
içersi o kadar boş ki!
çok üşüyorum, içim üşüyor…
içimde içim üşüyor…
karanlığa alıştı gözlerim, ayağa kalktım, tutunacak hiçbir şey yok, üstelik zemin kaygan.
balçık gibi, yürüdükçe garip bir ses yankılanıyor.
biraz ilerleyip duruyorum, kulak kesiliyorum, nefesimden başka ses yok.
yürümeye devam ediyorum, sanırım bir yokuş çıkıyorum.
yoruldum, çok da soğuk…
bu kadar dinlenmek yeter, tırmanmaya devam ediyorum, göz kırpan bi ışık var yokuşun sonunda, herhangi bi ritmi yok, gelişi güzel yanıp sönüyor…
heyecanlanıyorum, hızlanıyorum…
şimdi bi düzlükteyim, geniş sayılmaz, stabil de değil, hareketli bi zemin…
ışık yukarı aşağı açılıp kapanan bir kapıdan sızıyor, kapakta da yer yer yarıklar var…
önce zemin sallanıyor, sonra kapı açılıyor, sonra da bir ses geliyor…
korkudan damağım kurudu, ama geri dönmek de istemiyorum…
ses tanıdık, bir insan sesi sanırım ama söylediklerini anlayamıyorum.
sonra birden açılan kapıdan dışarısını görüyorum, tanıdığımı sandığım birilerini, yalnız çok büyükler, bana göre çok büyük…
kapıya doğru yönelecek oluyorum, yer yine sallanıyor.
düştüm…
yardım istemeyi denedim, bağırdım, ağladım…
sonra çaresizlikle sustum. zemin tekrar sarsılıyor, kapı açılıyor ve yine o ses… ama bu sefer sesi tanıdım; kendi sesim! ağzımın içinde oturmuş kendimi dinlemeye koyuluyorum.
anlamsız bi dolu şey söylüyor(m), hatta kimisi yalan, bide üstüne yalandan bi kahkaha atıyor(um), birkaç ses de eşlik ediyor…
içimden kendimi dinliyorum…
içimden içime, kendime bakıyorum…
dışarısı bu kadar kalabalıkken, ben(!) içerde nasıl bu kadar yalnızım?
üff! leş gibi de soğuk!
içimde içim üşüyor…

20 Aralık 2006 Çarşamba

egolara hançer!(?)

insanın kendini önemsemesi, hele ki ÇOK önemsemesi bayaa kötü bişey. gerçekten… sonra göt olundu mu, hayli büyük göt olunuyo. biliyorum… bikaç adam tanıdım çünkü bööle, dibe vuruluyo, zor…
ben mesela önemsemem kendimi. çok seviyorum ama önemsemiyorum.
ilginç di mi?

bööle söyleyince bana da garip geldi…


sustum, gittim…

18 Aralık 2006 Pazartesi

(sadece)sarı

hani yapraklar güneşte kızarır ya, bööle uçlarından gövdeye doğru… arada yeşille kırmızının usul usul birbirine karıştığı bi hat vardır… işte o hatta, pencereleri anayola bakan, “nohut oda bakla sofa” bi evim var, “mutluyum” diyebilecek kadar sık mutlu olduğumu hissettiğim…
ama ne zaman evimden çıkıp insan içine karışmaya kalksam, bi rüzgar esiyor, dengem bozuluyor… bi yeşile doğru savruluyorum, bi kırmızıya… minik ayaklarımın üzerinde dengede durmaya çalışırken çok yoruluyorum, rüzgar biraz hafifleyince tırıs tırıs evime dönüyorum, kendime bol tarçınlı bi sahlep yapıp (bazen adaçayı) pencereden dışarıyı izlemeye başlıyorum, ödevini yapmamış cezalı çocuklar gibi…
en azından deniyorum…

12 Aralık 2006 Salı

can this be happening?

o filmi ilk izlediğim günü hatırlıyorum, üzerimde pembe askılı bir bluz vardı… sıcaktı, ağustos başıydı sanırım…
o ne giymişti?
hatırlamıyorum! önemi de yok zaten.
mevsimi şaşmış olsa da tam hayal ettiğim evdi konusu geçen, onun da… en azından öyle söylemişti…
ayrı zamanlarda, aynı hayali kurmanın sarhoşluğunu yaşadınız mı hiç? ben yaşadım…
çoğu sarhoşluk, sabah, öldürücü bir baş ağrısına dönüşür, bu neden farklı olsun ki?
her neyse…
yazın, hafif şeyler yiyip, hafif şeyler giyince, sanırım fikirler de hafifliyor…
çünkü o gün, o salonda, o koltukta, yanımda o otururken, gelecekte herhangi bir zaman, o evde, o kadar aşık olacağıma inanmıştım…
şimdi,
kış olmaya üşenen tembel bir sonbaharda, bu evde, bu koltukta, yalnızken, o gün inandığım hiçbir şeye inanmıyorum…
böylesi daha iyi…
ürkütücü ama…
daha iyi…

11 Aralık 2006 Pazartesi

tual

sarı ve mor gibi yakışıyoruz birbirimize...
yeşil ve mavi gibi karışıyoruz...
ama,
kırmızı ve turuncu gibiyiz yan yanayken,
yanan,
yakan,
yok eden...
.
[biraralıkikibinaltı_gecebiriongeçe]

9 Aralık 2006 Cumartesi

jelatinn

elli kere izlencek bi film yapmış yine eşşek gondry, gidin görün derim ben...

http://wip.warnerbros.com/scienceofsleep/

tatlı müzükleriyle filmi bidaha bidaha izliyomuş gibi olma(ne demekse?!) fırsatı sunuyo...
bide "what do you dream?" diye bi anket gibi bişii var, bayaa eğlenceli, gerçi sonuç benim için oldukça düşündürücü oldu... (bkz. master of the universe)


üff! ne diiym, süpperdi! ama işte bana pek iyi gelmedi sanırım... sarsıcı/yorucu bi deja vu bombardımanıydı diyebiliriz...
ancak bi hayra vesile oldu; şu "öfkemden besleniyorum"u abartmamalıym galiba, "öfke obezi"(*) olmaya gerek yok!! gerçeklere asılmak ya da küsmemek için, rüyalara inanmak en iyisi...

neyse yatıyorum ben, tatlı rüyalar, hem size, hem bana...



(*)halka hizmette sınır yok!! işte yeni bir kavram daha!! [delirdim...]

7 Aralık 2006 Perşembe

wish...

"topesto"yla "riko" benim de arkadaşım olsun...


[kanat'ı (topuzuna kurban!) herkes tanır, ama belki riko'ya ulaşamayanlar vardır, begümden halka hizmet; http://www.batug.com/rikoarch.htm]

5 Aralık 2006 Salı

papatya_lar(ım)

kız öyle güzel uyuyordu ki…
öyle devinimsiz,

dudakları hafif aralı, ellerini başının altında kavuşturmuş…
onu izlemek, hiç duymadığı bir şarkıyı ezberden söylemek gibiydi…
“demek böyle bişey?!” dedi…
ikisinin de yüzünde aynı yastığın izi…
bundan öte ne vardı ki?!
o an, bilinmeyenden bile güzeldi…

30 Kasım 2006 Perşembe

beyazperşembe

o, köşeleri kendine batık bi “dört”tü, en yakın arkadaşları “üç” ve “dokuz”… “sekiz”le uzun zamandır görüşmüyorlardı, “iki”yi de alıp ortadan kaybolmuştu.
dört bi gün “altı”yla tanıştı. altı, olgundu, yere sağlam basardı, ne “beş”i geçtim diye gerinir, ne de “on” olamadım diye yerinirdi. uzun zaman mutlu oldular, olmamaları için bi sebep yoktu ki, üstelik ortak bi bölenleri bile vardı. ama bi gün ayrıldı yolları, o gün altı son kez bölündü ikiye, üçünü alıp gitti, dördün o ikiyi hala, sarı bi zarfta sakladığı rivayet edilir.
dört, dokuzun omzunda gecelerce ağladı, göz yaşları köşelerini eritmeye başlamıştı ki “yedi” çıktı karşısına. yedi, kendine güvenli, kararlı ve müdanasızdı, ne de olsa asaldı! aşık oldular birbirlerine, gerçekten… ama cesaret edemediler hiçbir zaman, hep kendilerine batırmaya alıştıkları köşeleri, kavuşmalarına engeldi…
vakurdu dört, sabırla bekledi kaderini, ama geçen zaman dilinden düşürmediği keskinliğini alıp götürdü,meşhur köşeleri yok oldu, o, pürüzsüz bir “sıfır”dı artık…
dördü gitti, kaldı sıfır…

29 Kasım 2006 Çarşamba

ne yapsa yeriyim...

ey okuyucu!! aşağıdaki listede sıralı olanlara riayet etmediğimi tesbit ettiğin an, mıkır mıkır yapmak suretiyle başımın etini ye, beni çıldırt ve yıldır ki adam olayım, yola geleyim...

tez zamanda yapılacaklar listesi
_ çeneni tutmayı öğren...
_ çok fazla düşünme...
_ bi ara bi büyü...
_ yürümeyi öğren...
_ insanlar nasıl erken yatıyolar öğren, tatbik et...
_ insanlar nasıl erken kalkıyorlar öğren, tatbik et...
_ çeneni tut...
_ şu göbekten kurtul...
_ fazla düşünme...
_ eski müzik zevkini hatırla, ona dön...
_ "kız gibi" ne demek öğren, mümkünse ol...
_ şu çeneni tut artık...
_ bir bira markasını kendine sponsor edin...
_ kahveyi azalttın afferin, devam et...
_ düşünmeeee...
_ işten çıkınca eve gidilebiliyo, hatırla...
_ zıpırları zıp...*
_ zöpleri zöplet...*
...
...
...
eveeeeeeet şimdi de, sağ elimizi kaldırıyoruz ve yüz hizamızda ayası sağa bakacak şekilde çeviriyoruz, sonra parmaklarımızı dudaklarımızın üzerinde piyano çalar gibi gezdiriyoruz. ancak bu noktada önemli olan çıkacak bıdıgk, durgk, bili sesleri, çünkü konsept bunların üzerine kurulu...
yaptık mı?!
harika!
o zamaaaaan; artık gerçek birer deliyiz...
hayırlı olsun...

*selçuk erdem

28 Kasım 2006 Salı

(+)(+)(-)

"ben"i ararken seni,
"sen"i ararken beni buluyorum...
ama "biz" yok...
garip...

27 Kasım 2006 Pazartesi

yanık gemi(ler)

geçen gece biri bana "nasılsın görüşmeyeli?" diye sordu, "değişen bişey yok, aynı" dedim, "o da bişey, stabilsin yani?!" dedi karşılık olarak... sonra bi ampul yandı(dınngk), evetti, hakikatendi, stabil olmak gerilemekten iyiydi...
şimdi;
stabilim, harekete geçmeden önce, bir süre daha...

24 Kasım 2006 Cuma

çağrı*

-karma?!
-...
-karmaaa?!
-...
-karma...
-...
-...
-...
-ben de öyle düşünmüştüm...


*earl

21 Kasım 2006 Salı

kibrit suyu

birileri, yeryüzünde söylenen her sözün sonsuza dek uzay boşluğunda nazlı nazlı salındığını söylüyor, pek güzel bir düşünce ve hatta inşallah!! belki de bu lakırdılar dolanırken birbirlerine rastlayıp, selamlaşıyorlardır, son söylenen eskilerine buralardan haberler götürüyordur… hmm… giderek ısınıyorum bu fikre! acaba diyorum dile getirdiğimiz sözler, yalanlar ve doğrular olmak üzere istifleniyor mudur?
“gerçek”ten kaçmaya hali hazırda gönüllü olan biz ademoğulları, şakır şakır yalan söylüyoruz, öyle ya da böyle, pembe, gri veya siyah, çoğu zaman kendimize, arada bir de başkalarına, ama kıvıl kıvıl yalan dolu ortalık, kabul edelim… gerçi, itiraf ediyorum “dünya” denilen gezegen de hak ediyor yani! bu nedenle biz de anlık vicdani sızılar dışında çok da rahatsız olmuyoruz bu durumdan.
güzide saçmalamalarımdan biri daha;
bir gün, sonsuzlukta uçuşan sözlerimizle yüzleşme fırsatımız olsa, hatta herkesin şahsa ait, kapısında “yalanlar” ve “doğrular” yazan iki odası olsa ve biz her birinden girip kronolojik olarak hepsini dinlesek… bembeyaz odalarda, beyaz koltuklarımızda oturmuş, duvara yeşil rakamlarla o sözün söylendiği tarih yansıtılmışken, kendi sesimizden… neler hissederiz acaba, belki de bu zeminde alışageldiğimiz yalanlarımızdan, bambaşka bir atmosferde utanç duyarız ya da söylerken gurur duyduğumuz dürüstlükler anlamsızlaşır, kim bilir…
üff!! böyle düşününce insanın ağzını açası gelmiyor!

19 Kasım 2006 Pazar

dön(mek)

… gözlerinden yaşlar gelene kadar güldükleri günler olmuştu, aynı yaşları kederden akıttıkları da… (ağustos’06)

gençtik!
sayımız biri geçti mi, “hayyam”a gider bi şişe villa doluca alırdık. elden ele dolaştırıp kanımıza katardık mis gibi şarabı, küçük bir kasabanın, yosun kokan sahilinde… ve titrek bi ateşti karşı yakada gördüğümüz…
mutluyduk aslında, hem de çok, yalnızca bunun farkında değildik, farkında olmak için büyümek gerekti…
yüksek dozda “isyan”la yüklüydü zihinlerimiz, düzene, hayata, o şehre, kendimizden başka herkese ve hatta zaman zaman kendimize…
çok gençtik!!
öyle ki, bir bir azalacağımızı henüz bilmiyorduk, hayal kurmak tatlı bir oyundu hala…
hep geride bırakmak istedik o şehri, o küçük kasabayı, o kasabanın esintisini, sesini, sessizliğini, bildikliğini, naifliğini…
o titrek ateş içimizde yanıyordu ve biz “gitmek” istiyorduk!
aradan yıllar geçti…
birkaç yaş daha alıp koyduk diğerlerinin yanına…
şimdi çok azımız kaldı geriye ve sakinleştik sanırım biraz…
yine bir sahil kenarındayız, yine aşk kırmızısı bir şarap tadı dudaklarımızdaki, evet, şarabın tadı da, dalıp gittiğimiz manzara da farklı, ama içimizdeki “gitmek” isteği aynı…
oysa o yıllarda gelmeyi istediğimiz yer tam da burasıydı…

(o titrek ateşte aklı kalan herkese…)


17 Kasım 2006 Cuma

cinnet

hani bi çeşit insan vardır; hayattaki yerini bulamamış, karakteri oturmamış, ne istediğini bilmeyen, her zaman başkalarına hayranlık duyan ve benzemeye çalışan, bu uğurda çaba sarfeden ve bu çabayı mübah gören, sonra tüm yaptıklarını kendi fikriymiş gibi satan ve hatta kimi zaman buna kendi de inanan, küçük, minicik insancıklar...
üstelik kendi küçüklüğünü unutup herkesi küçümsemek, bu "şekil"i seçmiş insanlar için başlıca kuraldır...
bu insanların anlatacak çok şeyleri vardır, her fırsatta nefesleri tükenene kadar konuşurlar- ki genelde nefesleri tükenmez!- , yüzlerce cümle kurarlar ve hepsinin sonuna da "so what?" sorusu pek yaraşır.
işte bigün bunlardan biri karşımda konuşurken "BOOOOOOOŞ!!!" diye bağırmak istiyorum!

16 Kasım 2006 Perşembe

gurme

eveeeet...
yine bir mevsim dönümü...
delircem!
hep bööle oluyo, bu geçişlerde, aç değilim bişey değilim ama canım hep bişiiler yemek istio... daha doğrusu canım bişii çekio da ne olduğunu bi türlü bulamıorm, tabii karambolde dünyayı yiyorm o ayrı!! yani son aylarda yeterince "tombik"leştiğim yetmiomş gibi... üff!
oldukça da alakasız şeyler üstelik, bu ilkbaharda elma suyuyla kirazdı mesela... geçen sonbahar, kıymalı pide... ondan önce tarhana çorbası...
bide kafam takılıyo yani, geçen gece gece "bu mu ki" die börek yedim mesela, bi de nelisi bilemediğim için karışık aldık! en komiği de; bişeyi yerken "aha bu!" diorm, rahatliicam artık, ama yemek bitio, bi bakıorm içimdeki kurtçuk gitmemiş...
...
ne acaba yaw?!
...
neyse ya, kısmetse yakında bulurum...


*günün yemeği; tavuk dürüm (olmadı!!) :(

14 Kasım 2006 Salı

şifa

uyandı…
kıpkızıl bir elbise giydi, kan kırmızı bir elbise…
öfke içinde giderek büyüyen bir alev gibiydi, mutsuzluk da dumanı…
saçlarını ensesinde topladı…
uzun, ince boynu iyiden iyiye çıplak kaldı…
aynadaki aksine takıldı gözü…
birden sol elinin uyuştuğunu hissetti, sonra kolunun, ardından yüzünün…
kısa sürede tüm bedeni uyuştu, olduğu yerde öylece, hissiz, devinimsiz kalakaldı…
yok olmamıştı, ama “var”da değildi…
önce telaşlandı, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını fark etti…
hayallerini anımsadı sonra, akşam için yaptığı planları, gelecek yıl ne yapmak istediğini, on yıl sonra olmak istediği kişiyi düşündü, henüz tanışmadığı insanları, görmediği yerleri, hiç tatmadığı duyguları… hiçbir anlamı yoktu artık bunların.
hatalarını telafi etme şansı da olmayacaktı bundan sonra…
içindeki öfke geldi aklına, üzüntüleri, mutsuzlukları…
bulunduğu an onu kertelerce uzağa taşımıştı, her şey geride kalmıştı ve oldukları yerden çok küçük görünüyorlardı…
şimdi de pişmanlık yakıyordu içini, kaderini fazla küçümsemişti…

birden irkildi…
gördüğü kabustan uyandı, zihni kötü bir oyun oynuyordu…
aynadaki aksi bıraktığı yerdeydi ancak kendi hareket edebiliyordu…
bir an düşündü…
boş kalan boynuna bembeyaz bir şal doladı…
hayatla aralarında ateşkes ilan edilmişti…



bir gün bir haber alırsın, karanlık, sarsıcı bir haber…
ama isyan etmek aklına bile gelmez,
çünkü anımsamak ve şükretmek de aynı zarftadır…

gök mavisi

"kırılganlığımın, sıkı sıkıya sakladığım yerinden sıyrılıp, hayatıma yaptığı yansımaları seviyorum!"

demişim...
gözlerim beyaz yol çizgisinde...
*11.11.06

10 Kasım 2006 Cuma

gökten üç elma...

iki sincap, bir de fil bi çete kurarlar, amaçları türlü saçma suikastler düzenlemektir...
bir gün kabarık saçlı, küçük elli bi kızı gözlerine kestirirler...
onu gizlice takip edip, evini öğrenirler...
o günden sonra her gündoğumunda, herkes uyurken sinsice odasına girerler kızcağızın, sincapların herbiri bir gözüne, fil de üzerine oturur zavallıcığın...
işte masum kahramanımızın sabahları uyanmakta zorlanmasının sebebi budur...

9 Kasım 2006 Perşembe

pan

lan!?
yoksa!?
truman show'da mıyız?!
...
yok artık!?
...
hihiiii!!
nerdeeee!!
...
...

...
*bugünün hissesi; sıkışık trafik hayal gücümüzü besler... =)

5 Kasım 2006 Pazar

yazdan kalma

“bugün”le “arnavutköy” evlensin, kırkgün-kırkgece kutlamalar yapılsın, şenlikler olsun, yenilsin içilsin…
sonra bunların kedi gibi bir sürü yavrusu olsun, sonra o yavrular da yenilerini doğursun…
dünyanın silueti değişsin, mutluluk her yeri kaplasın, hepimizin dudaklarının kenarında, hiç geçmeyen, minicik tebessümler olsun…
olmaz mı?!
neden olmasın ya, olur bence...

4 Kasım 2006 Cumartesi

mor tarçınlı sıcak sahlep

mevsimin ilk karı…
hayattaki pek çok şey gibi çok erken,
pek az şey gibi çok güzel...

yeşil

tanrım ne olur bana yağmuru sevmeye devam edecek güç ver!
ıslanmakla, üşümekle ya da trafikle bi alıp veremediğim yok ve hatta –bi noktaya kadar- ıslanmayı seviyorum da. ama şemsiyeler beni delirtiyor! yanımdan geçenlerin şemsiyelerinin uçları sürekli kafama saplanıyor! bazen diyorum ki ben de alayım bi tane, yağmurdan değilse bile diğer şemsiyelerden korunmak için. ama kullanmayı bilmiyorum ki! birileri “bi tutsana?!” diye elime tutuşturduğunda bile salağa dönüyorum, ha uçtu, ha uçacak, yok birinin gözü çıkacak diye panik oluyorm ve her seferinde de bu şemsiye müessesesinin bana göre olmadığına daha bi emin oluyorum… ıslancam abi ben! kullanmiicam şemsiye falan… doğayla restleşmem devam ediyor, özetle, “inat ettim yağmura!”
bu yağmurun bir yüzü, bir de ikinci yüzü var…
bugün bir haber sitesinde okudum ki, toprak suya doymuş… bunun bir heyelan uyarısı olmasını bi yana bırakırsak, haber çok tatlı aslında. aralarında salınıp duran insanoğlunu umursamadan “şiddetli” bir aşk yaşıyorlar ve biz sırılsıklam, çıldırmış, kudururken, onlar yudum yudum içiyorlar birbirlerini, naif bir aşk hikâyesi… toprak yağmura doymuş…

muhalif

dert bir...

2 Kasım 2006 Perşembe

yakut

hani küçükken herkesin iyi kötü hayalleri vardır ya, işte pilot, doktor, mimar(!), anne, vs. olmak gibi… yaşımızı ve eğitimimizi aldık, bunlardan birini olduk, e güzel. şimdilerde de yaşama, yaşayışa dair hayaller kurmaya başlıyoruz… nerde, nasıl bir mevsimde, kim ya da kimlerle olmak istiyoruz, bu zamandan o zamana kimleri taşımak ya da unutmak istiyoruz, ne hissetmeyi, nelerle yüzleşmeyi umuyoruz, daha ruhla, kişiyle, kaderle alakalı şeyler yani… kimi zaman kendimi bir deniz kıyısında hayaller kurarken buluyorum, hepsi birbirinden naif hayallerimin, ben minik şeyler istiyorum hayattan, bi şal bir de duman rengi bi kedi mesela… ama bazen onlar benden o kadar uzağa düşüyor ki, bu uzaklık içimi acıtıyor… çok…

1 Kasım 2006 Çarşamba

rüya

bomboş bir duvara bakıyordu, boş, beyaz bir duvara, hiçbir şey düşünmeden… “o an"ın tadını çıkarıyordu, huzurun, dinginliğin… adamın parmakları saçlarının arasında dolaştı… söylenecek onca söz varken susuyorlardı, o an öyle güzel, öyle yalındı ki, geçmişsiz, geleceksiz…

31 Ekim 2006 Salı

tespit

tekil olmak, yalın olmak demek değil...
net olmak, anlaşılır olmak demek değil...
var olmak, yaşamak demek değil...

30 Ekim 2006 Pazartesi

brandnew

bugün yeni bi işe başladım. evet, iş hayatım biraz hareketli gidiyor. daha öncekinde bile henüz yeniydim oysa. yeni bir düzene alışmak, yeni düzenin bana alışması, her sabah gidilecek yeni bir yol, yeni bir masa ve hata yeni bir mouse… ayrı, yabancı bi hal, aidiyet duygusu olmadan... (kendime not: bu bir yaşam tarzı olarak seçilebilir mi?)
bi “yeni”dir gidiyo bakalım bu aralar, bi dolu değişiklik ve katılım oldu hayatımda. bir meslek sahibi olmak yeni bişey mesela, sonra o meslek bünyesinde çalışmaya başlamak, her sabah kalkıp biyere gitmek, arada bişeyler çizmek,etmek… hep unutuyorum gerçi ama, öğrenciliğime de yeni bi şekil geldi (neden?), gece erken yatma durumları da yeni, sabahlamama daha da yeni… hmm sonraaaa, koluru yeni bişey tabi ki, sırf benim için değil insanlık için de üstelik! aaaaa asıl en yenisini unuttum; azıcık dellenince gözüm seğiriyo, sonunda bu da oldu, hayırlara vesile… ama iyi bunlar yaa, yeni iyidir, heralde yani, olmalı en azından, olsun! oyh! bu değişen hayat, yenilenen yaşam tarzı ve hatta yeni yeni yeşilli, kırmızılı hisler, her şey iyi-güzel-hoş da, kafa aynı kafaaaaaaa!! neyse, bişeyler okumam lazım, yeni yeni bilgiler edinmek için…
son söz; miller candır, canandır…

fotofinish

“kangroove” yirmi ekimde “balans”ta sezonu açtı, ben de tesadüfen ordaydm, iyi ki de gitmişim, pek bi şahanelerdi, coştular resmen, klavyecileri can çankaya dönmüş askerden, daha önce dinlemeyen varsa şiddetle tavsiye edilir, çok tatlı bi deliliği var. alpçim, canım tabii ki muhteşemdi, uykusuzluktan geberiyodum ama solosunu dinlemeden çıkamadım. bi de beyanda bulundular ki son kez cover çalmışlar, bundan sonra kangroove besteleri çalcaklarmış, geçmiş olsun mu desem, hayırlı olsun mu desem bilemedim, elçiye zeval olmaz. zaman gösterecek…
aynı gün, konserden önce “iklimler”i izledim, iki kelam da ona… (eylemler arasındaki farka hiç girmiyorum) “nbc şööle iyi yönetmen, film art arada muhteşem fotoğraf kareleriyle bezenmiş ama keşke kendi oynamasaymış, o sevişme sahnesi gereklimiymiş” gibi konulara girmeden, ne hissettim, onu söyliicem. önce bi sinirlendim, aman dedim, bu mudur bunca zaman beklediğim, ödül mödül alan film, oyh dedim, üff dedim… sonraaa… kış geldi, ağrıya taşındık, kar inanılmazdı, minibüsün içindeki sahne daha inanılmazdı, çok gerçekti, kadının naifliği, adamın şuursuz sahtekarlığı… ama, baharın otel odasında, camın önünde bir bakışı var… (anlatsam da faydası olmaz, izlemek gerek) o anda resmen yordu film beni, o kadar çok şey kaçıp gidiyor ki elimizden söylemediklerimiz yüzünden, üstelik söylediğimizi, en azından belli ettiğimizi sanıyoruz, gitmekle, kalmakla, susmakla ya da bakmakla anlatabildiğimizi düşünüyoruz zihnimizdekileri. ama öyle değil işte! sonra “vay ben elimden geleni yaptım, demek ki olmayacak” diyip, kaçıyoruz. karşılıklı olarak sürekli bu haltı yiyince de havada asılı kalmış bir dolu söz ve yaşanamamış tonla mutluluk ortada cirit atıyor… sonra, arsızca mutluluğu bulamadığımızdan, hayatın berbatlığından dem vuruyoruz. valla az bile! çünkü hayat bize tüm imkanları sunuyor, kendi şansımızı kendimiz kaçırıyor ve hatta görmezden geliyoruz. doğanın kanunu mudur nedir!?
de, asıl söyleyeceğim bunlar değildi, o gece (ne bereketli günmüş yaw!) ayaklarım ve gözlerim feryat figan edince, dayanamayıp konserden çıktım, hızlı hızlı meydana doğru yürüyordum kiiiii, tatlı bir trompet sesiyle yavaşladı adımlarım. ben bu yaz tanıştım kendisiyle, daha çok “tünel”e doğru görünüyordu, bu sefer “atlas”ın oralarda çıktı karşıma. öyle güzel ki, gecenin, beyoğlunun ortasında öyle başka bişey ki, sanki mouseda kalmış da, yanlışlıkla paste edilmiş gibi… minik bir teşekkür hediyesi attım kutuya, hayat aktı, ben yürüdüm, trompetin sesi meydana doğru giderek azaldı, hüzünle mutluluk at başı gitti içimde…

29 Ekim 2006 Pazar

koluru

sağ kolumda "fındık" büyüklüğünde bişey çıktı. nedir, neden çıkmıştır, nasıl-ne zaman geçer ya da geçer mi bilemiyorum... ve tabi ki genel geçer bir begüm davranışı sergileyip; doktora falan gitmedim, kendi kendime teşhis koydum! son zamanlarda peydah olan delilik... yoo düzeltiyorum; son zamanlarda artan delilik hallerimin fizyolojik bir yansıması olmalı, bedenim "yeter!" falan diyo heralde. ama konu bu değil; ben bu fındıkla eğlenirken geçen gün, bu ne ola ki, kist mi, ur mu derken, hayatıma giren herşeyin kaderi olduğu üzere kendisine bir isim koydum; "koluru". sonra farkettim ki, bu "-uru"eki süper bişey! tecrübeyle sabit; sessiz harfle biten birkaç kelimede deneyip 5-10 dk. eğlenilebilir. (sesliyle bitenlere de bi uyarlama çakılıyo ama biraz çalışmak gerek) bi de "sudoku"nun "-oku" su var ama kafayı fazla karıştırmamak lazım!

beyan

şimdi bu blog hadisesi benim -çoğu önemsiz- söyleyecek çok sözüm olmasından kaynaklandı, bendeki benlerden biri diğerine "amaaaan içinde kalcaana, sööle kurtul" dedi, biz de uyduk deliye...
vatana, millete hayırlı olsun...