31 Ekim 2006 Salı

tespit

tekil olmak, yalın olmak demek değil...
net olmak, anlaşılır olmak demek değil...
var olmak, yaşamak demek değil...

30 Ekim 2006 Pazartesi

brandnew

bugün yeni bi işe başladım. evet, iş hayatım biraz hareketli gidiyor. daha öncekinde bile henüz yeniydim oysa. yeni bir düzene alışmak, yeni düzenin bana alışması, her sabah gidilecek yeni bir yol, yeni bir masa ve hata yeni bir mouse… ayrı, yabancı bi hal, aidiyet duygusu olmadan... (kendime not: bu bir yaşam tarzı olarak seçilebilir mi?)
bi “yeni”dir gidiyo bakalım bu aralar, bi dolu değişiklik ve katılım oldu hayatımda. bir meslek sahibi olmak yeni bişey mesela, sonra o meslek bünyesinde çalışmaya başlamak, her sabah kalkıp biyere gitmek, arada bişeyler çizmek,etmek… hep unutuyorum gerçi ama, öğrenciliğime de yeni bi şekil geldi (neden?), gece erken yatma durumları da yeni, sabahlamama daha da yeni… hmm sonraaaa, koluru yeni bişey tabi ki, sırf benim için değil insanlık için de üstelik! aaaaa asıl en yenisini unuttum; azıcık dellenince gözüm seğiriyo, sonunda bu da oldu, hayırlara vesile… ama iyi bunlar yaa, yeni iyidir, heralde yani, olmalı en azından, olsun! oyh! bu değişen hayat, yenilenen yaşam tarzı ve hatta yeni yeni yeşilli, kırmızılı hisler, her şey iyi-güzel-hoş da, kafa aynı kafaaaaaaa!! neyse, bişeyler okumam lazım, yeni yeni bilgiler edinmek için…
son söz; miller candır, canandır…

fotofinish

“kangroove” yirmi ekimde “balans”ta sezonu açtı, ben de tesadüfen ordaydm, iyi ki de gitmişim, pek bi şahanelerdi, coştular resmen, klavyecileri can çankaya dönmüş askerden, daha önce dinlemeyen varsa şiddetle tavsiye edilir, çok tatlı bi deliliği var. alpçim, canım tabii ki muhteşemdi, uykusuzluktan geberiyodum ama solosunu dinlemeden çıkamadım. bi de beyanda bulundular ki son kez cover çalmışlar, bundan sonra kangroove besteleri çalcaklarmış, geçmiş olsun mu desem, hayırlı olsun mu desem bilemedim, elçiye zeval olmaz. zaman gösterecek…
aynı gün, konserden önce “iklimler”i izledim, iki kelam da ona… (eylemler arasındaki farka hiç girmiyorum) “nbc şööle iyi yönetmen, film art arada muhteşem fotoğraf kareleriyle bezenmiş ama keşke kendi oynamasaymış, o sevişme sahnesi gereklimiymiş” gibi konulara girmeden, ne hissettim, onu söyliicem. önce bi sinirlendim, aman dedim, bu mudur bunca zaman beklediğim, ödül mödül alan film, oyh dedim, üff dedim… sonraaa… kış geldi, ağrıya taşındık, kar inanılmazdı, minibüsün içindeki sahne daha inanılmazdı, çok gerçekti, kadının naifliği, adamın şuursuz sahtekarlığı… ama, baharın otel odasında, camın önünde bir bakışı var… (anlatsam da faydası olmaz, izlemek gerek) o anda resmen yordu film beni, o kadar çok şey kaçıp gidiyor ki elimizden söylemediklerimiz yüzünden, üstelik söylediğimizi, en azından belli ettiğimizi sanıyoruz, gitmekle, kalmakla, susmakla ya da bakmakla anlatabildiğimizi düşünüyoruz zihnimizdekileri. ama öyle değil işte! sonra “vay ben elimden geleni yaptım, demek ki olmayacak” diyip, kaçıyoruz. karşılıklı olarak sürekli bu haltı yiyince de havada asılı kalmış bir dolu söz ve yaşanamamış tonla mutluluk ortada cirit atıyor… sonra, arsızca mutluluğu bulamadığımızdan, hayatın berbatlığından dem vuruyoruz. valla az bile! çünkü hayat bize tüm imkanları sunuyor, kendi şansımızı kendimiz kaçırıyor ve hatta görmezden geliyoruz. doğanın kanunu mudur nedir!?
de, asıl söyleyeceğim bunlar değildi, o gece (ne bereketli günmüş yaw!) ayaklarım ve gözlerim feryat figan edince, dayanamayıp konserden çıktım, hızlı hızlı meydana doğru yürüyordum kiiiii, tatlı bir trompet sesiyle yavaşladı adımlarım. ben bu yaz tanıştım kendisiyle, daha çok “tünel”e doğru görünüyordu, bu sefer “atlas”ın oralarda çıktı karşıma. öyle güzel ki, gecenin, beyoğlunun ortasında öyle başka bişey ki, sanki mouseda kalmış da, yanlışlıkla paste edilmiş gibi… minik bir teşekkür hediyesi attım kutuya, hayat aktı, ben yürüdüm, trompetin sesi meydana doğru giderek azaldı, hüzünle mutluluk at başı gitti içimde…

29 Ekim 2006 Pazar

koluru

sağ kolumda "fındık" büyüklüğünde bişey çıktı. nedir, neden çıkmıştır, nasıl-ne zaman geçer ya da geçer mi bilemiyorum... ve tabi ki genel geçer bir begüm davranışı sergileyip; doktora falan gitmedim, kendi kendime teşhis koydum! son zamanlarda peydah olan delilik... yoo düzeltiyorum; son zamanlarda artan delilik hallerimin fizyolojik bir yansıması olmalı, bedenim "yeter!" falan diyo heralde. ama konu bu değil; ben bu fındıkla eğlenirken geçen gün, bu ne ola ki, kist mi, ur mu derken, hayatıma giren herşeyin kaderi olduğu üzere kendisine bir isim koydum; "koluru". sonra farkettim ki, bu "-uru"eki süper bişey! tecrübeyle sabit; sessiz harfle biten birkaç kelimede deneyip 5-10 dk. eğlenilebilir. (sesliyle bitenlere de bi uyarlama çakılıyo ama biraz çalışmak gerek) bi de "sudoku"nun "-oku" su var ama kafayı fazla karıştırmamak lazım!

beyan

şimdi bu blog hadisesi benim -çoğu önemsiz- söyleyecek çok sözüm olmasından kaynaklandı, bendeki benlerden biri diğerine "amaaaan içinde kalcaana, sööle kurtul" dedi, biz de uyduk deliye...
vatana, millete hayırlı olsun...