laff-a-lympics vardı ya hani, işte yogiler, scoobyler bi de "gerçek kötüler" yarışıyolardı falan... epey seviyodum ben o çizgi filmi... yogiciydim ben, yazık ayıcıklar uğraşıyolardı, dürüstlerdi de gerçek kötülerin aksine, ama ukala scoobyle tayfası toplardı kupaları hep... sinir! işte bu tip de kötülerin kötüsü -ki bu kötüler birbirlerine de kazık atarlardı "gerçek" vurgusu ordan geliyo heralde- baronun çirkin köpeğiydi hani... öyle bi hatırladım bugün... çünkü bir-iki gündür bunun gibi pis pis ve de kıs kıs gülüyorum... meğer kimsenin bilmediği bişey bilince öyle gülünüyomuş...
bazı günler, ama nadiren, -ne kadar bilsem de ertesi gün yine berbat hissedeceğimi- saçma bi mutlu oluyorum... mutludan ziyade -çünkü "mutluyum" demek iddialı bi laftır ve aslında "mutluluk" başlıbaşına büyüktür zaten...- umutlu oluveriyorum...
"bu kökünden kestiğin tırnakların uzayacak, ne var ki!" diyorum kendi kendime... sonra, "bu t-shirt ne çok yakışıyormuş bana" diyorum, aynadaki aksime bakarken, "bak, saçların da uzadı zaten, hatta kabarıyorlar bile"... doymak sarhoşluk etkisi yaratıyor... "ne yedik yahu!" diyip, karnımı sıvazlıyorum arkama yaslanırken... "haftaya bugün..." başımı sola yatırıp hafifçe, tavana bakarken; "haftaya bugün, başka bi şehirde güneşleniyor ve 'chicago'ya ayaklarımla ritm tutuyor olacağım" diye düşünüyorum... sonra, "bu merdiven yanlış çizilmiş yahu!" diye hayıflanıyorum, hemen geçiyor ama... esniyorum keyifle, bi şarkıya eşlik ediyorum, nakaratını dahi bilmeden...
ofisten çıkarçıkmaz yeni gözlüklerimi takıyorum, koccamanlar... tüh! dolmuşta da yer yok, e olsun... ooooooo 5 dark alana bi bardak hediye, "olley!!" bir miktar sudoku, bir adet scrubs ve bikaç telefon konuşması, biraz dedikodu, bir tatlı azar, öptüm, byby... hiçbi sebebi yok bu günlerin, uyanılan sabahın dahi kendinden haberi olduğunu sanmıyorum. ama iyi, lazım dahası...
saat onikibuçuk, yatarım az sonra ve sabah nasıl uyanırım bilinmez...
ama hayat karamelli dondurma gibi şimdi, içinde kahve parçacıkları olan...
"bi dilek tut!" dedim leyla'ya dün ortaköye giderken... sonra kendim de tutmak istedim, bulamadım... bir dileğim olsun istedim, ihtimeliyle avunabileceğim... bulamadım... hep tuttuğum bi dilek vardı onu hatırlamak istedim, hatırlayamadım... hayatımın tastamam olduğunu düşünmek istedim, inanamadım...
leyla da yetişemedi köprüye zaten, yürüdük gittik... yedik, içtik, konuştuk... bi dolu keyifsiz söz söyledim gene, bazen çok koyveriyorum kendimi...
döndük sonra, "bu sefer unutma!" dedim leyla'ya, "dilek tut!" ben de bişeyler istedim telaşla, çok öte bi zaman için, çok doneli bişey gelebildi ancak aklıma... 'yarın onu görmeyi' dileyebilirdim oysa... ya da, onu bir daha hiç görmemeyi...
yaşadığım an için zerre heycanım olmadığını, "bugün"e hiç inanmadığımı farkettim... kötü bu...
ne çok severdim ben dilek tutmayı... her kayan yıldızda... şimdi, başımı kaldırıp gökyüzüne bakmak dahi gelmiyor içimden...
oturmaktan sıkılıyorum, kalkıp yürümeye başlıyorum, bu sefer de düz yolda yürümekten sıkılıp ilk sağa dönüyorum... sağda ne var? hiçbişey... "nereye gidiyordum ki?!" diye soruyorum kendime... unutmuşum... hatırlamak neredeyse bir dakikamı alıyor. ben nereye gittiğimi unutuyorum yürürken, hep onun yüzünden! sonra yürümekten de sıkılıyorum, "gitmeyiversem?!" diyorum kendime, "o gittiğim yere gitmeyiversem..." gidiyorum ama... ah madam, tek kelimesini dahi anlamıyorum söylediklerinizin, ama içime işliyor sesiniz...
dinlediğim müzikler, kulağımda patlayan onca davul, bas ve flüt yetmiyor beni "iyi" etmeye, yediklerim, içtiğim rakılar, hatta yanında yediğim kavun bile...
göğüs kafesimde bi yer var, tam dördüncü kaburgaların kavuştuğu yer... bazen, bir anda ve en olmadık zamanda, bomboş kalıveriyor altı ve aldığım hiçbir nefes işe yaramıyor... epey acıyor canım, kirpik diplerime kadar hissediyorum...
zehrim dokunduğum herşeye bulaşıyor, minicik bir saksı çiçeğini bile yaşatamıyorum... daha kaç fesleğen öldürmem gerek?