31 Ocak 2008 Perşembe

gülerim...

ben isimleri unuturum...
işin aslı, kimisini öğrenmem bile...
bi de utanmam, yakıştırırım bazen; mis gibi "elif"ken, bir "ipek"tir o artık, geçmiş olsun!

bugünlerde yalnız isimleri değil, olayları da unutuyorum...
o bana o gün bişeyler demiş de ben de bişeyler demişim cevaben, sonra da o bana kızmışmış...
hatırlamıyorum!
vallahi hatırlamıyorum!

bi yandan da yatıyor aklıma, yaparım çünkü öyle şeyler...
ama hatırlamıyorum...

nooluyor bana yahu?!
uzağı iyi seçemiyorum artık,
siyatiğim de azdı...

29 Ocak 2008 Salı

huysuz şirin



bot giymekten nefret ediyorum!
"ocak"tan da sıkıldım zaten,
bi bitemedi...
bi de...


sinirliyim biraz evet...

noolmuş?!



öyle...

o, köşeleri kendine batık bi “dört”tü, en yakın arkadaşları “üç” ve “dokuz”… “sekiz”le uzun zamandır görüşmüyorlardı, “iki”yi de alıp ortadan kaybolmuştu.
dört bi gün “altı”yla tanıştı. altı, olgundu, yere sağlam basardı, ne “beş”i geçtim diye gerinir, ne de “on” olamadım diye yerinirdi. uzun zaman mutlu oldular, olmamaları için bi sebep yoktu ki, üstelik ortak bi bölenleri bile vardı. ama bi gün ayrıldı yolları, o gün altı son kez bölündü ikiye, üçünü alıp gitti, dördün o ikiyi hala, sarı bi zarfta sakladığı rivayet edilir.
dört, dokuzun omzunda gecelerce ağladı, göz yaşları köşelerini eritmeye başlamıştı ki “yedi” çıktı karşısına. yedi, kendine güvenli, kararlı ve müdanasızdı, ne de olsa asaldı! aşık oldular birbirlerine, gerçekten… ama cesaret edemediler hiçbir zaman, hep kendilerine batırmaya alıştıkları köşeleri, kavuşmalarına engeldi…
vakurdu dört, sabırla bekledi kaderini, ama geçen zaman dilinden düşürmediği keskinliğini alıp götürdü,meşhur köşeleri yok oldu, o, pürüzsüz bir “sıfır”dı artık…
dördü gitti, kaldı sıfır…


otuzkasımikibinaltı


iki gün önce bir arkadaşım sayesinde hatırladığım için,
kendim sevdiğim için,
yeri geldiği için,
yaşam yine tekerrür ettiği için,
ama en çok ,canım istediği için,
yeniden...

28 Ocak 2008 Pazartesi

hook

duruyorum

sımsıkı tuttu elimi,
sım-sıkı ama...
öyle ki;
gücümün tümü yetmedi avcunun içinden sıyrılmaya...
ama o, tam da teslim olduğum anda bıraktı elimi...

şapşal!!
en çok benim kadar...

24 Ocak 2008 Perşembe

23 Ocak 2008 Çarşamba

re

ilkokulda...
resim derslerinde sulu boya resim yapardık. eni-konu sular doldurulur, önlükler giyilirdi falan...
bir kır...
o kırın yeşili, oturmuş piknik yapan kızın eteğinin kırmızısı, göğün mavisi, -olmazsa olmaz- dağın kahvesi derken o su bulanır, balçık gibi olur...
resim de bulanıklaşır, renkler birbiriyle denkleşir, kırdaki piknik bir korku filmi sahnesine dönüşmeye başlar... insanın hevesi kaçar, yenisine başlamak için çok geçtir, zil çalmak üzeredir... falan filan...
o yüzden, üşenmeyip -sık sık- değiştirmek gerek o suyu, herşey hayal edildiği gibi resmedilebilsin diye...
...
ortak çıkanlar vardır bir de...
mis gibiyken herşey ve sen açıktan-koyuya stratejik bir sıralama yapmışken aklında ve neşeli neşeli top oynayan çocuğun sarı kazağını boyarken, birileri gelip yeşilini, mavisini, kızılını katıverir tertemiz suya...
daha güneşin turuncusuna gelmemişken üstelik...
varsın "kibirli" desinler...
izin vermemek gerek öyle herkese...
...
monochrome bi dünyaya inanmak ahmaklık olur, zira...

16 Ocak 2008 Çarşamba

herhangi

"bu akşam burada olmak harika" dedi biri, "dün gece çok kötü bi rüya gördüm".
"annemi özledim" dedi uzun saçlı kız.
sessizlik oldu, bi süre daldı hepsinin gözleri...
sonra,
"çok gayesiz hissediyorum kendimi" dedi siyah hırkalı olan.
"ve yalnız" diye ekledi, gözlüklü.
"geri dönelim" dedi ardından, gözlüklerini iterek.
hepsi salladı başlarını...
"geçti artık" dedi uzun boylu, esmer adam.
"ben dönmem!" dedi kırmızı ojeli, siyah hırkasını çıkarırken.
"su kaynadı" dedi uzun saçlı kız, "kahve yapıyorum".
birbirlerine baktılar, kapı açıldı...
"çok yoruldum, hava da soğuk" dedi yeni gelen.
"kahve içer misin?" diye sordu ayaktaki, uzun saçlı kız.
...
"bana söylediklerinin tümüne inandım" dedi kırmızı ojeli.
"ben seni uyarmıştım" dedi gözlüklü, gitarı elinden bırakırken.
"votka var mı?" diye sordu uzun boylu olan, "orada hiç içki içemiyor insan..."
"ben alırım, yiyecek bişeyler de alırım" dedi yeni gelen ve tekrar çıktı...
birden ağlamaya başladı diğer kız, saçlarını tepesinde toplamıştı.
"sormayın, nedenini ben de bilmiyorum" dedi.
...
"kendimi sevmek istiyorum" dedi votkayı alan, "ama olmuyor".
"hiçbir gayem yok" dedi kırmızı ojeli tekrar...
birer yudum aldılar,
bir-iki şey daha söylediler,
ağlayan, uzun saçlı kız uyuyakaldı...
...
"bu saatte taksi bulamazsın" dedi gözlüklü olan.
"hava soğukmuş gerçekten de" dedi kırmızı ojeli kız, "beni bırakmana gerek yoktu".
"üzülüyorum" dedi diğeri, " bişeyler yapalım, mutlu ol artık".
"senden harika bi baba olacak" dedi kız, gülümsedi, "iyiyim ben..."
sonra taksiye bindi ve ağladı tüm yol boyunca...

ben,

boz siyahı
ve
kırık beyazı severim...
bi de metaforu tabii...

hah! :)

13 Ocak 2008 Pazar

11 Ocak 2008 Cuma

15i

duştan çıktı, aynanın buğusunu silip pembeleşmiş yanaklarına baktı, komik buldu kendini. kısa bir an onu düşündü, savuşturdu sonra. kanallar arasında gezindi bir müddet, sıkıldı. kapattı televizyonu, bir albüm koydu ve ikinci şarkıyla başladı dinlemeye, bir an onu düşündü. birkaç cümle okudu, sonra birkaç tane daha… üşüdü, mavi sabahlığını giydi pembe pijamasının üzerine ve ocağa su koydu, “geç oldu” diye düşündü, “çayımı içer, yatarım…” eski bir defter açtı, göz gezdirmeye başladı, son kez onu düşündü, fincandan bir yudum aldı, telefonun sesiyle sıçradı yerinden, vakit kaybetmeden açtı;
“efendim?”
***
sarı t-shirtünü giydi, üzerine de çizgili kazağını. acele etmedi, ayakkabısının uzun bağcıklarını özenle bağladı, kapının hemen yanındaki aynaya takıldı gözü, aksine baktı, yorgun görünüyordu ama önemsemedi, kendine düşünme fırsatı tanımadan kapıyı çekti ve kilitledi. yağmur durmuştu ama soğuktu hava, üşüdü. yokuştan aşağı inerken, “aramalıydım” diye düşündü, vazgeçti. çok beklemeden bir taksi durdu önünde, gideceği yeri söyledi, sabırsızlanmaya başlamıştı. “rahatsız ediyorsa kapatabilirim” dedi şoför, teybi göstererek, “hayır” dedi, “problem değil.”. gözü adamın kasılan eline takıldı, istemsizce sallıyordu elini, söylenir, hayıflanır gibi… boşlukta kasılıp duran eli izlerken daldı gözleri, sonra birden telaşlandı, “ikinci ışıklardan sola” dedi heyecanla ve son kez “aramalıydım” diye düşündü. apartmanın önüne gelince montunun cebinden telefonunu çıkardı ve bu sefer aradı onu;

“efendim?”
***
“efendim?”
“kapıdayım, aşağıda... açar mısın?”
“a! peki!”
açılan kapıyı şüpheyle itti, merdivenleri tırmanırken hiçbir şey düşünemedi, sakindi. kapısı aralıktı ama o yoktu, sonra telaşlı, minik adımlarını duydu, ardından da yüzünü gördü. “hoş geldin, ben de seni bekliyordum” dedi. cevap veremedi, ağır, tedirgin içeri girdi. “gelsene, odam biraz dağınık, kusura bakma, sen gecikince…” onun küçük, seri hareketlerini sevgiyle izledi.
“beni mi bekliyordun gerçekten? çok mu bekledin?”
“biraz... ama önemi yok. montunu çıkarsana.”
şaşkındı, koltuğun kenarına ilişti, avuçlarını birbirine sürtmeye başladı.
“melisa çayı içiyordum, sana da yapıyorum?”
“olur. çok mu bekledin gerçekten?”
“üç mevsim kadar… ama dedim ya; önemi yok…”