28 Aralık 2010 Salı

bugün cuma..

24 Aralık 2010 Cuma

c.b.

gece geçti, inatla çaldırdım telefonu. açınca;

'bi şarabın ikinci kadehinde, bi kitabın en güzel yerinde, birden sokakta funny valentine çalmaya başlıyorsa, bu iyiye işarettir,
değil mi?' diye sordum.

'bekleme artık,
sen işaret ver!' dedi.


22 Aralık 2010 Çarşamba

tatlı tatlı kıskanıyorum;

yazanı,
çizeni.
çalanı,
söyleyeni.
ve elbette güzel kadınları.

biraz uzun, vakit olunca >>

hmm..

'tiger mountain peasant song'..
evet. >
sonra birkaç kez 'end of may'. >
'all the way down'..
çok çok çok.. >

bi de yatmadan lady day. >

iyidir.

bi de başım çok ağrıyo ya!

18 Aralık 2010 Cumartesi

doğru.

yeni bir dil oluşturabiliriz belki, yeni imla kurallarıyla..
aşırıya kaçmadan argo kullanmalıyız tabii, bazı kelimeleri sırf öyle istedik diye, söylediğimiz gibi yazmalıyız. cümlelere daima küçük harfle başlamalı, rakam kullanmaksızın, sayı ve zamanı hep birleşik yazmalıyız. elbette noktaların sözü geçmeli daima, ister ikişer üçer, ister tek başına bir cümlenin başında ya da özel bir ismin sonunda..

olabilir.

ortak bir dil oluşturalım..
yoksa bir kalabalıkta, masaların arasında yürürken tebessüm ettiğim şeyi senin de komik bulduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum..

sen orada bir yerlerde..
ben burada hiçbiryerde..
pekala aynı şarkıyı dinliyoruz..

10 Aralık 2010 Cuma

beyaz

'böyle harika şeyleri 'tuzu uzatır mısın?' der gibi söylemene bayılıyorum.' dedi.
dönüp, tüm ağırlığını sol koluna verdi diğeri, sevilebileceğini yeni yeni öğreniyordu, us-lu bir sessizlikle kutladı bunu.

7 Aralık 2010 Salı

sallanan salılar

haftanın altı günü, saat 13.20'de, büyük boy bir fincanda türk kahvesi geliyor masama. abartmayı seven biri olarak söyleyebilirim ki, bu anlar çoğu günün en güzel anları..
küçük bir keyif pezevengi olduğum bilinir, kendime hemen bir şarkı ayarlarım, kulaklığımı takar, okumak için tatlı birşeyler bulup, hazırlanırım..
ve..
her nasılsa tam da bu anlarda, dünyalardan çok sevdiğim canım patronum, özellikle kıymetli kaidemi kaldırmak suretiyle ilgilenmem gereken bir soru sorar, sorun yaratır..
sorun tabii ki çözülür, çünkü zaten hiç olmamıştır..
bu arada kahve soğur, şarkı biter, içim geçer..

neden?

bugünkü buydu; >>
ben dinleyemedim.. bi dinleyen çıkar belki

2 Aralık 2010 Perşembe

tanımıyorum ki!

niye böyle?

neden böyleyim ben?
ya da
nasılım ben?!

normalim.

sırf o grubun onlarca şarkısı içinden onu sevdi diye, sırf acıktı ve bunu söyledi diye biri sevilebilir pekala.. herkes gibi o da nabokovu seviyor diye.. ama biliyorum, en çok o şarkıyı sevdi diye biri sevilebilir..

normal bu, normalim.

26 Kasım 2010 Cuma

yıllar sonra bu mecliste;

insan da bir sebze, yeterince uçarsak..

beklerse bozulur çünkü..
yenmeyen sebze gibi, işe yaramayan bir insan da çürür..

ne bileyim, aşık olamaz, sevilmezse, birine günaydın diyemezse, dediğinde mutlu edemezse önce tadı kaçar.. üretmezse, paylaşmazsa, takdir etmezse çirkinleşir.. içine kapanır, susarsa, kötü düşünür, kötüleşirse, çürür gider..

sebze gibi..
çürür.

13 Kasım 2010 Cumartesi

kk

aksi gibi tolga örnek'e de bayaa kılım..

bayaa..

12 Kasım 2010 Cuma

27 Ekim 2010 Çarşamba

çirkinleştikçe,

güzel şeyler düşünüyorum..

yeğenimi düşünüyorum, sesini, gözlerini, şarkı söyler gibi konuşmasını ve yuvarlanır gibi koşmasını..
kumları, kumsalları düşünüyorum..
anneannemin yaptığı profiterolleri, ellerini..
ortaköyü düşünüyorum..
ilk sonbaharı,
"ne kadar sıcaksın," demiştim, "ben buz gibiyim.."
güzel şarkılar düşünüyorum, neşeli, güzel şarkılar..
bir pazar sabahı kahvaltısını, çayları, omletleri ve teze yeşil biber saplarını..
dedemi düşünüyorum,
hep..
sesini, soluğunu, ellerini..

elleri düşünüyorum, sevdiğim insanların ellerini..

bir an sakinleşiyorum..
o kadar..

sonra yine çirkinleşiyorum..

25 Ekim 2010 Pazartesi

ben,

böyle kollarım dirseklerimden itibaren hareketsiz durmaktayken, elimi kaldırıp, yüzümü kapatan saçı kulağımın arkasına itemezken.. böyle bitkin ve yılgınken, tonlarca şey geçiyor zihnimden, söyleyecek onlarca cümle.. çoğu nefret ve hakaret dolu..
ve ben böyle susmuş, susturulmuş, kendi yarattığım çaresizliğe bu kadar inanmış ve yine kendi yarattığım tekilliğe bu kadar batmışken..
böyle erimiş, olmaktan bu kadar vazgeçmişken..
alacağım cevapları, anlatılacak kıssaları, yalancı özdeşlikleri..

istemiyorum..

18 Ekim 2010 Pazartesi

referandum

bir mi?
iki mi?
üç mü?

14 Ekim 2010 Perşembe

10.02

şu an bulunduğum yer ve yapmakta olduğumun yerine tercih edeceğim gazilyon şey sayabilirim..
hatta o kadar sıkılıyorum ki, bunu gerçekten yapabilirim.

asansörde mahsur kalmak gibi..
dar ve eski bir asansörde ama.. ve yalnız..

oldukça klostrofobik..

nefes darlığı, çaresizlik..

"hepsi yetmiyormuş gibi bir de bütün problemlerimi, mutsuzluğumu meşrulaştırmak zorundayım." dedim telefonda,
"saçmalama buna gerek yok!" dedi karşıdaki ses.
"gerçekten mi?! seni seviyorum" dedim, "çok yoruldum."
"yorgunsan yorgunsundur, izah etme bunu." dedi, "ben de seni seviyorum."

öncesi ya da beş saat sonrası umrumda değil, şu anda çok çok mutsuzum.
bunun bir izahı yok..

bişey dicem;

benim harika arkadaşlarım var!!

1 Ekim 2010 Cuma

gök cismi

bitiremediğim tüm kitapların laneti senin olsun!
sonuna kadar yiyemediğim yemeklerin ahı,
soğutup içemediğim çayların hatrı..
ismini unuttuğum insanların küskünlüğü hep senin olsun!
düşürdüğüm her ekmek kırıntısının günahı,
kırdığım her gönlün bedduası..
hepsi!

taşıdığım yeter..

17.09.10

23 Eylül 2010 Perşembe

görüyorum,

ve..

arttırıyorum!!

17 Eylül 2010 Cuma

al, bu da benim çözümüm!

birilerinin kaşını-gözünü ya da duvarlara vurmak suretiyle kendi kafamı kırmadan önce kolumu kırıp evde istirahate çekilmeye karar verdim..

6 Eylül 2010 Pazartesi

00.00

şöyle diyebiliriz; zift kuruyup döküldü..
hiç aklıma gelmezdi..

o halde ben derim ki, boylu boyunca uzanıp -tercihen açık bir pencerenin önünde serili, beyaz bir halının üzerine-, şu üç şarkıyı art arda dinleyip, geleni karşılayabiliriz..

2 Eylül 2010 Perşembe

mis..

bir eylül ancak bu kadar güzel başlayabilir..

1 Eylül 2010 Çarşamba

çok alakasız..

yaklaşık dörtsene önce bir gece heyecanlanıp açmıştım bu blogu. karışık, gergin ve tabi ki mutsuz bir dönemdi. mutsuzluğu(mu)n sebep ya da sebeplerini birini karşıma alıp, gözünün içine bakarak anlatma cesaretim olmadığından ve fakat "nasılsın?" sorusuna verilecek uydurma cevaplarım tükendiğinden, "-miş gibilik"teki beceriksizliğimden ama artık -yaşamımda ilk kez- anlayış gösterilmesini beklediğimden, işgüzarca buraya yazdım 'şey'leri. biliyordum ki üç-beş arkadaşım okuyacak ve onlar da bana sormadan sessizce hallerimi bileceklerdi, öyle de oldu. güzel.
sonra aradan zaman geçti, iyi oldum, bazen daha da kötü.. saçmasapan bi dolu şey yazdım, ki kayda değer bir bölümü hayal ürünüdür.. bu sırada okuyanlar belki üçü-beşi geçip en fazla on olmuştur.
tabii bazen saçma sapan geri dönüşleri oluyor bu sayfaların, birileri satırlarda ismini arıyor, bazıları her kelimede beni.. ben okuduklarımda hiçbir zaman yazanı, gerçekte yaşadıklarını aramadığımdan, onu tanımak gibi bir derdim olmadığından belki, buna hala şaşırıyorum.. kaldı ki buraya yazdıklarımın alt metin aranacak, irdelenecek kadar kıymetli olduklarından kuvvetle şüpheliyim.. gayem -bencilliğimi aşabildiğim zamanlarda tabii- okuyan her kim ise, ona kendine dair bir şeyler hatırlatmak galiba, bunun olduğunu zaman zaman okuyor ya da duyuyorum.
bu harika..
naif bir şeydi bu..
kim daha çok acı çekiyor, kim sabahın dördünde uyanık ve daha yalnız yarışından başka, 'okudum-ettim-biliyorum'suz, devrik, beceriksiz ve öz güvensiz, ismi gibi kendi kendime bir şey..
zaman zaman tersimden kalktıkça, bir şeyler tersime çarptıkça, kurunun yanında yandıkça, kurumlanıp küsüyorum.. hırsımı bu adresten almaya çalışıyorum..
işte bu da, o anlarda omuz silkebilmek için -yine- kendime not olsun..

28 Ağustos 2010 Cumartesi

eksik bir şey

bazen sanıyorum ki, ömrümü omzumda ince bir hırkayla bir iskemlenin üzerinde oturup, gözlerim çakmak çakmak, iyi ya da kötüden bahsederek, telaşsız, minik lokmalar ve yudumlarla karnımı/ruhumu doyurarak, fonda incesaz ya da ezginin günlüğü ya da sırayla her ikisiyle..
sanıyorum ki yaşamın içine karışıp, tokatlarını yedikten ve taşlarında dizlerimi, avuç içlerimi yaraladıktan hemen sonra,
yani bir süre sonra,
bir kısım ömrümü böyle geçirebilirim..
sanıyorum.

26 Ağustos 2010 Perşembe

değirmenler

bir ortaçgil şarkısından daha iyi olan, onu fikret kızılok'un söylemesidir.. >>

18 Ağustos 2010 Çarşamba

bi

ablası abisi olanlar kendi dönemlerinin bi tık (bi tık ama çok değil) önünden giderler.. bende de aynısı oldu, ablam izliyo diye geceleri oturur, gözümden uyku aka aka parlement sinema şeysini izlerdim, miniciktim rolling stones un başarı öyküsü kitapçıklarını okurdum, bu yüzden doğru dürüst klasik okuyamadan yeraltı edebiyatının içinde buluverdim kendimi falan.. işte yine doksanların ikinci yarısı, ben sefili orta okula yeni başladım herhalde, jim morrison la yeni tanışmışım, hastasıyım, büyüyünce kesin onun gibi bi adama aşık olucam ve harika bi hayatımız olacak, çok pis meg ryan triplerindeyim.. alternatifi genç osman.. aklımca yaşıyor olmasından dolayı şansım var. ve tabii bu adamların muadillerini seçmek için elimde sadece mavi gömlek, lacivert ceket giymiş, sakalı çıkmamış teenagerlar var, bakıyorum bakıyorum, onlardan adam olmuyor.. (olmadı da) ömrüm okula gidip milleti gömmekle geçiyor zaten, çünkü hepsi hala mustafa sandal, tarkan dinliyorlar.. ben şahaneyim tabii ki. benim gibi bikaç tane daha var, çete gibiyiz ve alabildiğine cooluz.. garnizonun içinde sefil bi sinema salonu vardı, vizyondan kalktıktan aylar sonra gelirdi filmler. forrest gump, leon, derken after hours u izlemiş alametifarikasını çözememiş fakat bi farklılık sezmiş, bayılmıştım ve aklıma kazınan natural born killers..
işte tam o yıllar..

.. hiçbir şey olmadı. bi devamı yok, bir yerlere bağlamak için yazmadım bunları. sabah yolda 'ben kimleyim'i dinlerken geldi hepsi aklıma. e seviyorum hatırlamayı ve anlatmayı.. iyi geliyor çünkü, uyuyamıyorsam uyuyor, ağlıyorsam susuyorum evimizi, o yılları hatırladıkça..
bi de ablamı çok özlüyorum bazen, ona da iyi geliyor..

13 Ağustos 2010 Cuma

13

gel bana izin ver, ayıplarımı anlatmama müsade et.
yalanlarımı dinle..
ben seninkilere hazırım,
sana inanmaya,
sormadan,
kurmadan..

meraklandırma beni,
merak çeperlerimi oyuyor..

ben böyle sağ elim sol avcumun içinde,
böyle saçlarım ıslak, ayaklarım çıplak beklerken..
yapma..

11 Ağustos 2010 Çarşamba

relieved

oluyo öyle şeyler..

7 Ağustos 2010 Cumartesi

bir defter biterken..

içimdeki küçük kız,
o küçük kasabada yaşayan kız,
küçük yaşayan kız,
küçük..
14.10.09

"yap şunu, sana seni sevdiğimi söylerim!" (shopping and fucking)
..orada, zahiri, ellerimle var ettiğim 'sarı' sıcak köşede devam ediyorum.
onsuz, onu düşünerek, yine..
bağımlılık mı dedi biri?!
gelsin bunu görsün..
19.10.10 23.35 beyoğlu

birini herkesten, herkesi sevdiğimizden ya da herkesin onu sevdiğinden çok sevmek, onu yeterince sevdiğimiz anlamına gelmez.
13.12.09

benim seçici, vakur, hatta zaman zaman küstah bir hafızam var. fakat 'ben' onun kadar olamıyorum.
21.01.10 / 01.20

..olayların tazahürü karlı, telaffuzum hareli..
08.02.10 / 10.02

bugün olsa, yine aşık olurdum sana.
10.03.10

bir mendilin üzerinde yazılı ismin, havanın serinliğine inat sıcacık. yalnızca seni düşün-ebili-yorum..
16.04.10

okuduğum iki satırın arasından bakışlarımı ona çevirdim hep. her bakışımda bir peri toz serpti içime.. rehabilite ediyor varlığı.
korkusuz, ta içine bakıyor insanın..
mis gibi o..
-azra- 24.04.10

aşkın içinde, doğasında istemsiz bir üstüne alınma var. bu onun harını arttırıyor üstelik..
30.05.10

ön yargılıyım ben, sabit fikirli değil..
şükür..
11.06.10

benim edim hatalarım benden öte. kararlı, atik ve akılcılar..
yani kimi zaman..
hiç değilse bir yanım büyüyor..
05.08.10 bozcaada

just hold my hand

'siyahtı saçları' dedim,
'evet' dedi bana.
've dağınıktı' dedim ona,
'doğru' dedi.
güldüm, güldü..
'ama' dedim 'bu benim hayalim?..'
'yalnızca senin değil demek ki' dedi bana.
sevdim, sevdi..

sanırım..
umarım..

cesaretle ilgili..
ve doğru şarkıyı dinlemekle..
aynı şarkıyı dinlemekle..

bilmedim..

28 Temmuz 2010 Çarşamba

kendi kendime bir mektup daha

sahip olduğum en kıymetli şeylerden biri o benim.. bir-ikisini hırsız çalmıştı.. iş ki hırsızlar ahşap oyuncaklara prim vermiyor..
taşınırken onu nasıl sarıp sarmaladım görmen gerekirdi.. şişeleri bile öyle sakınmadım..
yazdığın not aynı yerde, içinde saklı.
ve ben onu barış bıçakçı'lara siper ediyorum şimdi.
çünkü, senin onu bana verdiğinde, benim olduğumdan daha kırılganlar..
ben?!
ben bir kurşun askerin korumasına sığınacak kadar naif değilim artık. ne insanlara canımı acıtacak zamanı tanıyorum, ne de kendi kendime masallar yazıyorum..
yani onun kadar atıyor kalbim ve en az onun kadar sabit mimiklerim..

26 Temmuz 2010 Pazartesi

koşullu?

ezber ne acayip..
benim hafızam korkunçtur.. bilen biliyor zaten, isimleri ve bir dolu şeyi aklımda tutamıyorum (tutmuyorum). ama ilkokul müsameresinde okuduğum şiiri hatırlıyorum..

yaşla, kodla ilgili tabii..

gönlün ne yanda olduğuyla ilgili, şimdiden kaçmanın kolay yolu sanırım bazen..

zamanı dondurmak, geri almak gibi biraz da..

aradan yıllar geçse de onun dokunuşunu onlarcası arasından ayırt edip, o güne gitmek, o gün konuştuğun gibi konuşmaya, hissetmeye başlamak.. sanal biraz, sonra dann diye çakılmak var.. fakat bitene kadar müthiş, korunaklı, güvenli..

ya da eski bir dostla aranda neler geçmiş olursa olsun, habersiz zamanlar araya girmiş olsa da, bir masanın iki tarafında sadece bakışarak yalnızca o iki kişinin anlayacağı/anımsayacağı bir şeye dakikalarca gülebilmek..

annenin evine gittiğinde ışığı ya da musluğu açarken bocalamamak gibi..

24 Temmuz 2010 Cumartesi

değirmen

'98 di sanırım, hadi '99 olsun..
kış aylarından biri..
ilk kez afili bir çilingir sofrasındayım, kedi gibi yudumladıklarımı saymazsak ilk rakı içişim.
manzara öyle güzel ki.. deniz ayaklarımızın altında, gerçi o yıllarda her şey ayaklarımızın altında.
mutlu fakat ölçülüyüz, herkes tanıdık ve sıcak.. ikramlar..
artık o sahilin, o meyhanenin insanıyız biz de.. kurumluyuz.. emanet bir dolu fikrimiz ve tartışacak çokça konumuz var..
zamanın yavaşladığını ilk kez hissediyorum..
derken herkes susuyor, yüzlerinde farklı bir iz, karmakarışık bir ifadeyle.. sonra müziğin sesi yükseliyor ve ben ilk kez orada dinliyorum selanik türküsünü..
gecenin sonuna doğru, "cennet de cehennem de bu dünyada" diyor nejat, "ve biz bu akşam cennetteyiz.". yıllar sonra başka bir sofrada tekrarlayacağımı bilmeden düşünmeye koyuluyorum bu sözü..
ve birden düşünceler uçuşuyor, kelimeler azalıyor..
gözlerim kapanıyor..

o meyhane yok artık..
bu gecenin yazında denize gömüldü..

her şey değişti.. hepimiz..
o gün dinlediğim müzik adamlarının bir kısmı öldü, okuduğum kitaplar kayboldu, hayallerimin bazıları gerçek, büyük bir bölümü yalan oldu..
büyümek işi biteli çok oldu..
ve yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı..

21 Temmuz 2010 Çarşamba

reçete

mide krampları..
binlerce nedeni var.. onlarca duygu hali..
tek seferde birkaçı hatta..
beklenti başlıcası.
hızla çoğalan ve tüm bedeni saran bir virüs..
üstelik bulaşıcı.

öldürücü sessizlikler var, sıkıcı durağanlıklar ve kahredici bekleyişler..
fakat, 'olay' tekinsiz daima, her adım yüzlerce soruya gebe, verilen her yanlış cevap milyonlarca ölmüş beyin hücresi..

oysa bir deniz kenarında, bacakları incecik kumlara saplanan hasır taburelere oturup demlenebilir insan, ya da bir sağanakta, tutkulu ve inatçı bir kalabalıkla, harika bir bas solo dinleyebilir.. o da olmazsa bir çay bahçesinde karbonatlı çaylar içip, hiç eksilmeyen bir kitap okuyabilir..

durabilir insan.
mide krampları olmadan,
beklemeden, meraksız, şüphesiz, sessiz
ve zevkle durabilir.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

beyaz

düğünlerden nefret ediyorum!
hepsinden..
henüz olmamışlardan, hatta tasarlanmamışlardan, yüzyılın bütün düğünlerinden nefret ediyorum!
hiç kimsenin istekli/mutlu/tatmin olmadığı gelmiş geçmiş en büyük sosyal işkence!
davetli olduklarımın tümünde son ana kadar, bir gıda zehirlenmesi, panik atak, uyku nöbeti, bişey geçirmeyi umuyorum..
olmuyor..
şimdilik.

ya da kolumu kırabilirim,
ne olursa..

17 Temmuz 2010 Cumartesi

öfke

".. bize..engel olamazsın. dünyanın zavallı sakinlerine acıyarak bakmaktan alıkoyamazsınız bizi, bizim tılsımımızla kutsanmadı onlar, bizim yaşadıklarımızla sınanmadılar, hiç yara almadılar ve bu yüzden de zayıf ve kaypaklar."

dave eggers (mdhbe)

12 Temmuz 2010 Pazartesi

itiraf ediyorum!

yazdan şimdiden sıkıldım..

8 Temmuz 2010 Perşembe

yani

sağ elmacık kemiğimin üzerinde, azıcık gözüme doğru, bir minik ben olsaydı..
iyi olurdu..

bi de sesim güzel olsaydı..
bi de..
bi de..

7 Temmuz 2010 Çarşamba

RH - DK

"iç mi, dış mı?" saçmalığına alıştık..
derken, dün gece "iç mi, normal mi?" diye sordu bana!
yorgundum, üç saat bir taşın üzerinde oturmaktan yamulmuştum, çok uykum gelmişti, üşüyordum, evimden çok uzaktaydım ve bir dönüş rotası çizemiyordum, sabahtan kalma usanmışlığım had safhadaydı, falan falan..
ölü balık bakışlarımı ona çevirip,
"normal." dedim.
ne demekse..
sonra pencereden yana çevirdim yüzümü, deniz, bebek, köprü..
dalmışım..

ama nerden baksan yine 'o' dolandı dilime;

"yine mi güzeliz, yine mi çiçek.."


2 Temmuz 2010 Cuma

ama bu nedir?!

alain delon , 1961

29 Haziran 2010 Salı

d.

zili çalmadan kapının açılmasını istemek iyimserlik olur,
bu zamanda el yazısı bir mektup beklemekse düpedüz aptallıktır!
neyse ki başımıza gelecekleri baştan biliyorduk..

28 Haziran 2010 Pazartesi

birden

"insan gerçek bir acı yaşadığında, öncesinde dert bildikleri komik görünmeye başlıyor. bir gecede büyümek işte.. sen bunu çok erken yaşamışsın, benim şimdi bile anlamama imkan yok. her 'boşver' dediğinde sinirlenirdim, ama haklıymışsın." dedi bana..
"boşver" dedim, ne denir..

beyaz

kadının peyniri çatalıyla bölüşünü izliyordu, sonra onu ağzına atışını, kibarca sağa sola hareket eden dudaklarını izliyordu.. onu utandırmamak için istemeye istemeye kaçırdığı bakışlarını parmaklarının üzerinde tuttu. askıdaydı elleri. masanın üzerinde, kararsız, sahipsiz..

"birini, sırf kendine benziyor diye sevmek.. ne narsistlik!" dedi kadın.
"birini, sırf seni seviyor diye sevmekten iyidir." dedi adam.

sonra bir kanun taksimi başladı. sustular.
çünkü, bir kanun taksimi başladığında ancak susulur..

25 Haziran 2010 Cuma

gri

garip..
nefret dolu insan var..
hayatta hiçbir şeyi beğenmeyen..
hadi bizim meslekte var, benzerlerinde de tabii, bir şeye ağız dolusu "iyi olmuş", "güzel" diyemezsin.. bu yüzden de işler asla bitmez. daha iyisi yapılabilir çünkü her zaman..
ben bunun açığını kapamak için, beğendiklerimi abartıyorum.. yemekler süpper, kadınlar öldürülesi güzellikte, o küpeler dünyanın en güzel küpeleri vs.

ama asıl söyleyeceğim, "yanlışçı"lar..
anlıyorum, insan bildiği konuda iddialı olur, kaldı ki ben o zaman daha vakur olunması gerektiğini savunanlardanım, da bilmeden karşı çıkmak neyin nesi?! sanıyorum ki bu bir program hatası. elinde olmadan "hayır", "yanlış", "değil", "cık!" diyor bu insanlar..

"bi yerlerde okudum şu şöyleymiş" dersin,
"hayır, değil." der.
"bilmem, adam bu konuda araştırma yapmış" dersin,
"tamam ama o öyle değil" der.
"olabilir, ben öyle hatırlıyorum" dersin,
"yanlış hatırlıyorsun" der.
"nasılmış peki?" dersin,
"bilmiyorum ama öyle değil" der.

bence çok temiz cinayet sebebi.

daha da somut örneklerim var;
sırılsıklamsındır,
"of!" dersin, "delice yağıyor yağmur, maffoldum." dersin,
"yoo hayır, o kadar yağmıyor." der bu.
e ulan! ben kendi kendimi mi ıslattım, üstelik camdan baksan, görece olmayan bir sağanak..

ben bunu hiçbir şekilde izah edemiyorum.. ve bu kadar net saçmalayan, "şuranın yemekleri çok güzel." dediğinizde neler yapar varın siz düşünün..

şahsen bunları mümkün mertebe hayatımda tutmam, kimse de tutmasın zaten de, bazen kaderden kaçılmıyor, insan sinirle dolup taşıyor, bir bloga bunları kusmak durumunda kalabiliyor..

falan filan..
neyse.

22 Haziran 2010 Salı

88

şey gibi..
bir şarkıyı aynı gün içinde bin kere dinledikten sonra radyoda çıkınca heyecanlanmak, günler önce ceketinin cebine sinsice koyduğun bir parayı bulmak gibi.. ya da altı hafta önce verdiğin bir sipariş geldiğinde, pakete bir-iki saniye merakla bakmak gibi..
güzel.
birden harika bir rüzgar eserken hissettiğin serinlik ya da okuduğun kitapta yazarın gedikli okurlarına çaktığı bir selamı alırken duyduğun saçma sevinç gibi..
hafif.
doymak gibi. mutluluktan ağlamak, sarhoş olmak, bir bambu koltukta kıvrılıp uyuyakalmak gibi.. mahalle savaşlarını kazanınca yenen dondurmalar gibi..
tatlı.
ne bileyim kavun, kiraz ya da mevsimin ilk inciri gibi.. deniz minareleri, kumdan kaleler, büyük bir ciddiyetle kazılan kuyular, tuz lekeleri, diz yaraları gibi.. babanın paletine iki ayağını birden sokabilmek gibi..
çocuk gibi..
eski.
düşününce..

21 Haziran 2010 Pazartesi

yersen..

tuhaf tuhaf şeyler..
bir masanın iki tarafında oturuyorduk.. masa kareydi ama biz hangi iki tarafındaydık hatırlamıyorum. bütün kajuları silip süpürmüş, fındıkları kibarca eşeliyordum.
"beni" dedim en ciddi ifademle "görmek istemezsen, bunu anlayışla karşılarım." ne beylik laf! bu yetmemiş, eklemiştim, "ama ben seni görmek isterim." karşımda oturan kibar adamın yerinde olsam, ben, beni öldürürdüm..
bundan daha zayıf olduğum zamanlardı, her açıdan zayıf.. öfkeli ve mutsuzdum.. yani o gün sorsanız böyle derdim ama bugün sorduğunuzu varsayarak söylüyorum ki, çok şapşaldım! (şimdi değil miyim? öyleyim, sadece biraz daha az..) dümdüz ilerliyor, çok konuşup, az uyuyor, can yakarak nefes alıyordum. birini sevmekle ilgili problemlerim olduğunu sanıyordum, oysa sevilmekle ilgili sorunlarım stajlarını tamamlamış, önemli görevlerde yer almaya başlamışlardı..
beni görmek istemesini önemsemiyordum ama, görmek istememesi fevkalade mühimdi.. bunu da şimdi anlıyorum.. şimdi anlamadıklarımı da yarın anlayacağımı düşündükçe ceketimin içinde kayboluyorum..
neyse,
o bana ne dedi?!
tebessüm etti..
sanırım..
bana öyle gelmişti..

14 Haziran 2010 Pazartesi

10 Haziran 2010 Perşembe

olabilir..

bir haftadır aynı albümü dinliyor olabilirim.. evet.
ve bu albüm gerçekten berbat olabilir..
ellerimdeki yaraların tek sebebi aceleciliğim ve salaklığım olabilir..
ve onlar günlerce iyileşmeyebilir..
sinirlenince gözüme gri bir perde inebilir..
ve tam bir gün bu halde geçebilir, evet.
sıkıldığım bir yerden, nefes darlığı ve baş dönmesiyle kaçıyor,
ama gittiğim yerde farklı hissetmiyor olabilirim..
olabilir..
çok yorulmuş olabilirim, ama çok..
ve bir tatil planı yapmak içimden gelmiyor olabilir..
başımda bir nokta uyuşuk, o nokta..
ve evet diz kapağının anatomisi, hayranlık uyandırıcı bir geometriye sahiptir..

8 Haziran 2010 Salı

yokken

iyiyim.
uzun bir koridorda volta atıyorum..
yolsuz kaldıkça rol çalıyor, işler çığırından çıkınca da ruhumu satıyorum..
iyiyim.
27.05

14.05

harikulade mimikleri vardı. ağır, olgun.. epey yaş almıştı adam. yavaşça kalkıp, kaşının üzerinden geçen eli, bir süre havada asılı kalıyordu. kemikli, kimlikli eli.. ve o yüzük.. hiçbir yüzük bir ele bu kadar yakışamazdı..
genç kadın hayrandı ona, anlattıklarına, devinimine, saçlarını ağır ağır düzeltişine, geçirdiği yıllara..
adamın yanındayken telaşından utanıyordu. konuşurken doğru kullanamadığı nefesinden, büyük kahkahasından, yaşından nefret ediyordu.
oysa adamın yanında olmasının sebebi tam da bunlardı, gençliği, coşkusu..

masumane bir faydaydı onlarınki, zararsız, karşılıklı, isimsiz..

o tılsımlı ellerini kızın uçuşan parmaklarının üzerinde tuttu,
sevdi onu..

7 Haziran 2010 Pazartesi

karışsın

her gece tanık olduğumuz bu toplu intiharların sebebi, içinde bulunduğumuz çoklu yalnızlıklar..
restoranlarda yalnız yediğimiz yemekler, tek başına girdiğimiz sinema salonları, bir taksinin içinde yalnız eve dönmeler..
tüm ataklar, tekrar tekrar yaşanan katarsisler..
aslında aşikar, bekliyoruz, aramaktan yorulduğumuz noktada, sıkışanların toplandığı arafta..
sabırla..
oysa, gün geliyor, çaya attığımız şekerin erimesini bekleyecek sabrı gösteremiyoruz..
ve düşünmek işiyle saatleri tüketip, yaşamak işinin gereklerini yerine getirirken gece oluyor hep. söylemek istediklerimiz yumruk gibi, göğsümüzde, uyumaya niyetleniyoruz, yine aynı güne uyanmak için..


21.04

7 Mayıs 2010 Cuma

hadi

çok yabancılaşıyorum bazen kendime..
"ne işim var lan benim burda?" diyorum.. "napıyorum ben?"
bi kalkıp dolaşsam.. bi yerlerde bişeyler içsem.. o sırada bi rüzgar esse de dirilsem..
"gitsem ya" diyorum.. başka bi şehre.. var yani seçeneğim, istesem giderim çatır çatır..
"aslında o çok sevdiğim işi yapsam.. ama bu çok sevdiğim işi de bırakmasam.. ama sabahları erken kalkmasam.."
sonra, 'gemide' deki gibi, "acıkmıştım ya ben, ne oldu, yedim mi?" diyorum kendi kendime.. bi bardak su içip susuyorum..
"neden bunları giymişim?" "dün üşümüş müydüm?"
önümdeki kağıtlara bakıp elyazımı tanıyamadığım oluyor, "kim, neden yazmış ki bunları?"
"neden öyle dedim?" " nasıl sessiz kalabildim?" "fazla mı tepki verdim?"
ellerime bakıyorum.. bıdır bıdır bi şeyler yazıyorlar şimdi.. "ben bunun için bi çaba sarf ediyor muyum gerçekten?"
duruyorum..
ne işim var lan benim burda?

6 Mayıs 2010 Perşembe

hayat;

topuklu ayakkabı giymek için çok kısa..

5 Mayıs 2010 Çarşamba

herkese oluyordur..


herkes ne çok biliyor..

bana söylenenden biliyorum, -bu ön bilgiden anlaşılacağı gibi, aslında çok da katılmıyorum- ben kendimi hiç anlatmıyor-muş-um..

ee?

diyelim ki öyle, bu neden insanlara benim hareketlerimden, söylediklerimden, yazdıklarımdan, saçımı kestirmemden, yediğim yemek-içtiğim içkiden, kendilerince psikanalizler yapma hakkı doğuruyor?!

diyelim ki yaptılar, vardıkları sonuçtan nasıl bu kadar emin oluyorlar? insan dediğin, kendini dahi şaşırtıp, her gün yeni bir şey öğrenmiyor mu?!

diyelim ki kesin sonuç, baktılar gözümün içine ve verdiler hükmü, beni ikna etmeye neden çalışıyorlar?! beni benden iyi bilmelerindeki fevkalade gaflette neden bu kadar ısrarcılar?!

diyelim ki beni benden iyi biliyorlar -ki asla-, ben kendimi kandırıyorum onlar beni bir kitap gibi(!) okudular vs., aklımdakine inanmayı tercih etmiş olamaz mıyım?

kim doğru ki hayatta, bu ne özgüven beni kendi doğruna iknaya çalışıyorsun?! hayat bu kadar kolay ve erken çözülen bir şey mi gerçekten? peki neden ben çözüme her yaklaştığımda birileri ve/veya bir şeyler eksiliyor da tüm bildiklerim alt-üst oluyor?! benim bildiklerim, yaşadıklarım, ben bu kadar mı omurgasızız?!

diyelim ki öyle, bundan kime ne?!

bu kimseyi tok olduğumuza inandıramayışımıza benzer.
iyi niyet mi? belki..
ama ben tokum!

ve anlatacaklarımı dinlemeye dayanabilirler mi, emin değilim..

3 Mayıs 2010 Pazartesi

ıaaaaaaaaaaah!!


yok abi yok!!

istersen gel otuzuna-otuzbeşine, bırak biri ikiyi yedi üniversite bitir, yala yut felsefeyi, edebiyatı, en güzel giysileri giyip, sandalyesini tut kadınların ya da.. bilmiyorsan konuşmayı, o içinde kök salmış sinsi ayılık her zaman çıkacak bir çatlak bulacaktır!!

utanma, aptal gururun yüzünden bu haldesin, sor çevrendekilere, bir iki 'insani' zarf öğren..
bunu da yapamıyorsan, sus!!

hepimizin ruh sağlığı için!!

garipse?

insan bazen doğruyu söylemeye üşenebilir..
bunda şaşılacak bir yan yok.
çünkü bazı gerçekler, oturuşu dikleştirmeyi, boğazı temizlemeyi ve doğru kelime seçimini gerektirir. bunun yerine, rahatça kaykılmış, tembellik ederken, tam esnediğimiz anda bir yalan uyduruvermenin hiçbir zahmeti yoktur.. valla bence, zararı da yoktur..

27 Nisan 2010 Salı

2,5

burada yazanları takip etme zerafetini gösteren bir arkadaşım, tesadüf sonucu google chrome un şair tarafını fark etmemi sağladı;

my legs stretched .. left to right, and gently break the seam would break my knee .. from my toes to my heels, then I gently dip my feet in sand .. I took a deep breath, around me, everything that fills my lungs breathe, my lungs saturated, swollen, please .. wet hair in my face, taste the salt on my lips ..
I have a glare in my eyes whether the trenches, watching the arrival ..

okay ..
I'm ever so..
başkası yazmış gibi okudum.. kıskandım bile diyebiliriz..
bilgisayara yenilen kasparov gibi..

fakat iki nokta her dilde aynı..

nedir?

ulan!
(ama böyle ağız dolusu, koccaman)

ulan!! ne temiz içim..
bırakın öyle kalsın..

yumdum gözlerimi,
leşinizi bırakıp gidin, ele vermeyeceğim sizi..
aramızda halledelim..

22 Nisan 2010 Perşembe

ikibuçuk

bacaklarım gergin.. solun sağa kenedini bozup hafifçe kırıyorum dizlerimi.. sonra parmak uçlarımdan topuklarıma doğru hafifçe kuma batırıyorum ayaklarımı.. derin bir soluk alıyorum, çevremdeki her şey bu solukla ciğerlerime doluyor, ciğerlerim doymuş, şişkin, mutlu.. yüzümde dolanan saçlarım ıslak, tuz tadı dudaklarımdaki..
elimi kamaşmış gözlerime siper edip, gelişini izliyorum..
tamamım..
hiç olmadığım kadar..

aşk istiyorum

adamın sonrasında izlediğim diğer filmlerinde, bazen ismi geçtiğinde, birileriyle konuşurken ya da -itiraf ediyorum- sık sık ve durduk yere zihnimin a-ay'ı çağırmasında bir gariplik var.. bir aşırılık.. tekrar tekrar yerine oturan taşlar..
ben bu işlerden pek anlamam ama ne ilk filmmiş!! hep bir yerlerden göz kırpıyor..

ve sermet yeşil!!

i feel better

bahar!
koş koş koş!!

19 Nisan 2010 Pazartesi

contracorriente

ne ağladık yahu..

16 Nisan 2010 Cuma

5

meyhane salaş, masa örtüleri eski fakat tertemiz, kadehi tutan ellerimiz buz gibi, gözlerim batıyor uykusuzluktan, iskemle o kadar yüksek ki değmiyor yere ayaklarım.. hoş kalksam yine aynı şey..
uçuşuyorum..
önemsiz tüm söylediklerimiz, gel gör ki dünyanın gizini bulmuşçasına kurumluyuz. derken bir kahkaha koyveriyoruz, ama ne.. durdurabilene aşk olsun..
mutluyuz be düpedüz!

14 Nisan 2010 Çarşamba

yapma

zaman görünmezliğinden usanmıştı, bir bedende can bulmayı diledi. yeryüzünün tüm meydanlarını dolaşıp, "arkamdan konuştuğunuz yeter, neyse derdiniz, yüzüme söyleyin!" diyecek, bu kez de o hesap soracaktı insanoğlundan.
dileği gerçekleşti ve yollara düştü zaman, her yerdeydi, otobüste yanımızda, uyanıp başucumuzdaki suyu içerken, bir odada yalnız ağlarken ya da bir masanın etrafında, tok karna kahkahalar atarken yanımızdaydı, her yerdeydi..
fakat, biz mücadele ettik, o yoruldu ve bir gün zerrelere ayrıldı zaman, sonsuz toz zerresine bölündü. durmaksızın omuzlarımıza konuyor şimdi, saçlarımızın arasına nüfus ediyor, defalarca yıkasak da ellerimizden çıkmıyor.
biz ağırlaşıyoruz, kirleniyor, körleşiyoruz, birbirimize dokunamıyor, duymuyoruz ve öyle cahil, öyle hazırcıyız ki "hayat" diyoruz adına, "hayat, bizi bu hale getirdi..".

11.04

7 Nisan 2010 Çarşamba

indeed bass

bir erik truffaz.. bir nisan.. iki gün..

5 Nisan 2010 Pazartesi

boş

dün serra yılmaz " 'hayır' en sevdiğim kelimedir, çok zor öğrendim çünkü." dedi. güzel..
bi de emrah serbes -daha önce- şey demişti; "sadece geceleri, yapayalnız ve yalınayakken anlaşılabilecek şeyler var." işte bu harika..
bi de zihnim dreamers dan sahneler çağırıyor sürekli..
bugünlerde kafa bu..

1 Nisan 2010 Perşembe

tuz

ne pis dayak yedik biz ya!
yüzündeki ezikleri, yarılan kaşını, içine dolan kandan açamadığın sol gözünü gördüğümde acım yer değiştirmişti. kalbimin şişerken çıkardığı sesten kulaklarım sağır oldu.. gözümden yaşlar aktıkça yaralarım daha da yanıyor, ızdırabım arttıkça daha çok ağlıyordum. daha çok tuz, daha çok acı, daha çok gözyaşı..
bizi böylesi hırpalayanları sen görmedin, bense gördüğüm adamları tanıyamadım.. ne bir ipucu, ne de bir şüpheli.. hiçbir sebep yoktu..
sen konuşmak istemedin, bense hazmedemiyordum.. gözlerimin önünde eriyor, ellerimden kayıp gidiyordun ve ben hiçbir şey yapamıyordum..
bir sabah çıkmadan önce kitabının arasına bir not bıraktım;
'yanyana kalırsak, iyileşebiliriz..'
döndüğümde yoktun, sonra da hiç olmadın..

beni biliyorsun, kitapları kolaylıkla yarıda bırakırım, ama mutlaka bir gün mahcubiyetle elime alır yeniden başlarım. az önce kütüphanemden bir kitap çektim, üçtebiri okunmuş karanlık bir kitaptı. kendime bir kahve yaptım, bir albüm seçtim, koltuğuma oturdum ve ilk sayfasını açtım. el yazın öyle keskin, dolgun, çaresiz, korkmuş, dehşetli acı;
'yanyana kalırsak, yinelenebilir..'
sağ yanağımda o gün açılmış, hala iyileşmeyen bir yara var, sızlıyor zaman zaman. ama şimdi..

31 Mart 2010 Çarşamba

26 Mart 2010 Cuma

olur

bir 'terkediliş' satın aldım kendime, kelepir..
senin bana verdiğin eski evde kalmış çünkü..

önceki gece

17 Mart 2010 Çarşamba

" "

sorduğu soruların cevaplarını beklemiyor hiçbir zaman, tek gayesi beni öfkelendirmek.. bunu biliyorum, çünkü bu bizim iletişim kurma biçimimiz..

6 Mart 2010 Cumartesi

pazar

bazıları cümleler kuruyorlar..
ve biz fanilere sihirli kelimelerle kurdukları bu cümlelerin ilüzyonuna kapılıp, yaşayıp gitmekten başka çare bırakmıyorlar..

hiçbir şey iyi bir yazarın hissettirdiği kadar basit hissettirmiyor bana kendimi..
ve bazı kitaplar var, henüz okumamış olanları çok kıskanıyorum..

1 Mart 2010 Pazartesi

yazmıyor

'günah' olanla, 'ahlaki olmayan'ın -genel algıda- ayrı şeylermiş gibi yaşanıyor olmasını biri bana izah etsin lütfen..
ben bu konuda çok cahilim çünkü..

27 Şubat 2010 Cumartesi

yine

izah ediyordu..
hiç gerek yoktu hal bu ki..
ama uzun uzun anlatıyordu,
bir ezberi tekrarlar gibi,
kendini ikna eder gibi..

26 Şubat 2010 Cuma

yaşamın tanımı;

12.
ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden çıkar gibi olur. ama, unutmamalısın ki, kendi haline bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama, kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine girer: ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.

bu yüzden, ateşini 'beslemen' gerekir : tam zamanında, tam yerine, yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe yüz tutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen, bir sürü düzenleme, ayarlama..

ateşini kendi haline bırakamazsın bırakırsan, tükenip söner..

ateşinden sorumlusun..

24 Şubat 2010 Çarşamba

ve

bırak kollarını..
kurtulsun omuzlarından, salınsın saat sarkacı gibi iki yanında..
hafif bir hikaye oku ve bir mutluluk seç oradan kendine..
zor değil..
gerçekliğini kaybetmişsin, kaç yazar?!
kim farkında bunun ve kimin umurunda?!
unut sen de..
rüyalarını hayra yor, aptal bir şarkı takılsın diline, ıslık bile çalarsın belki..
bir bekleyenin varsa, sınama sabrını, zaman -sanıldığı gibi- deva değil her sefer..
dilenecek özürlerini istifleme ve özlediysen söyle bunu..
unutma, sen istemesende biter gün,
ve
rakı -ki içkilerin en güzeli-, o dahi yakar ilk yudumda..

20 Şubat 2010 Cumartesi

wait*

"i dream these days about the sea, always wake up feeling blue"

diyo şarkı..
yani bazı şarkılar pamuk helva olsa da ellerimle yesem..
yüzüme falan bulaşsa..

alexi murdoch

19 Şubat 2010 Cuma

19.02

bugün ilk cemre düştü!!
benim aklıma da bi fikir..
hadi bakalım..

17 Şubat 2010 Çarşamba

estiler

gitmek yapışkan bir hal..
gittiğin zaman, 'giden' olduğun zaman, yapışır bu yafta.. aradan geçen zamanın tanımı, -görece- uzunluğu mühim değildir..
bir kere gittin mi, dönsen bile, 'gitmiş' olarak kalacaksın..
kalan kişi, eşya ya da hatıra, bunu daima hatırlatacaktır, bilhassa derin sessizliklerle..
kalanın 'biz'liği senin tekilliğinle beraber büyüyerek boğazında bir yumruğa dönüşecek, gitmek ağırlığını daima hissettirecektir..
ve fakat, gidebilmek varken kalmayı seçmek, çok daha büyük, riskli, uzun vadeli ve her hale gebedir.. işte tam bu nedenle gitmek, bazen gereklidir..

away we go

kitapta olur bu daha çok, javier marias kitapları öyledir mesela, ya da nabokov.. bitmesin diye okumazsın, işler uydurup, gazete falan okuyarak, için aksa, elin gidip gidip gelse de ertelersin, sırf tadı damakta daha uzun süre kalsın diye..
bu kez filmde öyle oldu, bitmesin istedim, salonda oturalım, sabaha kadar izleyelim istedim..
şimdi harkulade müziklerini dinlemekle oyalanacağız..

yine bir sam mendes harikası

16 Şubat 2010 Salı

şf

“…yaşam; tanrının insanı gördüğünü kanıtlayacak hiçbir ipucunun bulunmadığı çığrından çıkmış bir dünyada, baskılara, acımasızlığa, kıyıcılığa göğüs gerilerek sürdürülen, insanın doğumuyla ölümü arasındaki kısacık anın, anlamsız bireysel ya da toplumsal ayrıntılarla sonsuza dek sürecekmiş gibi uzatıldığı,-hızla geçip giden bir çocukluk ve gençlik döneminden sonra-, olgunluk döneminde başlayan ve çok uzun süren bir hesaplaşma sürecidir….”

samuel beckett

15 Şubat 2010 Pazartesi

birdie


by karababa silver
tenkyu!

10 Şubat 2010 Çarşamba

iron

gidelim!!

şimdi güneşlidir oralar.. yine soğuktur ama güneşlidir..

gidelim..
taş kahvede oturalım, birer türk kahvesi içelim bu kez..
ön dişleri dökük bir ihtiyar vardır mutlaka,
sorular sorsun bize, hikayeler uyduralım cevaben..
sen bir sosyolog ol, ben anestezi uzmanı..
bu şehrin adını anmayalım, doğduğumuz yerlerden bahsedelim hep..

puf börekleri yiyelim orada, yanında şerbet..
yürüyelim, yürümüş olmak için, yetişmek için değil..
el ele tutuşalım, buraya dönünce bırakırız, ama orada el ele olalım..

gidelim..
ve söylemeyelim kimseye, kaybolalım..
burada çok yalan söyledik, orada hep dürüst olalım..
çok kırdık, kırıldık, unutalım..
sevemedik birbirmizi, orada deneyelim..

gidelim..
hemen!

5 Şubat 2010 Cuma

chatter

ofiste pelteleşmiş zihnimi shuffle ın sıcak kollarına bırakmışken, mike stern çıktı karşıma.. adamın kanıma girdiği an geldi aklıma..

ve ben bir kusturica filmi bekliyorum seni aramak için..

*önceki gün

1 Şubat 2010 Pazartesi

27 Ocak 2010 Çarşamba

bak!

al işte!
yirmiyedi oldu!
çok geç kaldım!
her yere,
her şeye,
her zaman ki gibi..

evet?

ben telefon numaralarını hep yanlış çeviriyorum, sen bana hep 'canım' diyorsun..
çayımı senin kitabının üzerine deviriyorum, umursamadan 'bak bu en sevdiğin restoran şarkısı' diyorsun..
durup dururken bi reklam filminde ağlamaya başlıyorum, sadece elimi tutuyorsun..
ocaktaki yemeği yakıyorum yine, sen gelirken hep sıcak ekmek getiriyorsun..
ben dördü dokuz gibi yazıyorum her zaman, 'olsun' diyorsun, 'mühim değil'..
herşeyi yanlış yapıyorum, sen düzeltiyorsun..
ben beni sevmiyorum, sen seviyorsun..

21 Ocak 2010 Perşembe

19 Ocak 2010 Salı

diymi?

benim konuşmak istemediğim konular var..
ve bunu bilip, benimle susan arkadaşlarım..
iyiyim yani..
daha ne olsun..

18 Ocak 2010 Pazartesi

çok hazır, az aciz*

dev adımlarla yürüyordu kız, yakaları havalanarak..
geç kalmış gibi, bedeni telaşla hareket ederken, yüzü dingin, yüzü sakin, temiz, aydınlık.. yüzü muzip, yüzü bedenine inat, bedeninden başka..
yüzü apayrı,
aklı uzak,
ruhu stabil,
kalbi yok..
yüzü muzip kızın, yine, yeni bir sırra vakıf olmuş gibi..

onikiocak

15 Ocak 2010 Cuma

yedi//altı-yedi

beni bilirsin..
isimleri bilmem ben, öğrenmem..
'şey'leri kolay unutur, 'o'nları daima aklımda tutarım..
beni bilirsin,
seni severim,
çok severim, her hücremle,
en tatlı rüyam, karanlık uykusuzluğumla,
sarhoşluğum, berduşluğum, bedbahtlığımla,
saplantılı biçimde ama kibirli, kurumlu, kaltakça,
bazen sadece dilimde, daha çok sus/pus, dolu dolu kalbimle,
bazen gün içinde yalnızca bir-iki saniye
ama korkarım sonsuza dek,
sonsuz kez yeniden
ve sonsuz severim seni..

ama "senden nefret ediyorum!"

beni bilirsin..

14 Ocak 2010 Perşembe

12 Ocak 2010 Salı

farketmeden

mesele yalnız olmakta galiba..
yalnızca sen ve ben olduğumuz, seninle benim yalnız olduğumuz o anlardan biri daha..

sen bize birer kahve yaparsın belki, ben öylece durur senin dönmeni beklerim, saçımla oynarım sanırım o arada..
sonra sen inadına bilmediğim bir albüm koyarsın, ben kalkıp değiştirir, bir fikret kızılok çalmaya başlarım, inadına..
susarız herhalde, en fazla 'kahven soğudu' dersin belki.. ben yalnızca bakarım sana sanırım, biraz da tebessüm ederim..
üşümeyiz yine, bahar nasılsa her zaman ki gibi, senin üzerinde sade, tek renkli bir gömlek, benim üzerimde kolsuz bir bluz..
sen bir aralık, gider kaybolursun. merak etmem ben, tasalanmam da, bacaklarımı toplar, dizlerimi göğsüme çekerim o arada..
gelip yanıma oturunca sen, kımıldanırım, saçlarımı kulağımın arkasına koyar, elimi yüzümde tutarım.. sen yüzümdeki elimi eline alıp yüzüne koyarsın..
susarız herhalde, en fazla 'hep bu anda kalmak ne güzel olurdu' dersin belki.. ben yalnızca bakarım sana sanırım, biraz da tebessüm ederim..

11 Ocak 2010 Pazartesi

no:1

içimde birikenler yüzünden, bastırdığım öfkemden, tuttuğum gözyaşımdan, kontrol etmeye çalıştığım açlığımdan, dizginleyemediğim özlemimden, belki daha çok nefretimden, benden, bizden..
hafızamdan silemediklerimden, bir türlü hatırlayamadıklarımdan, tanıdıklarımdan, unuttuklarımdan, izlediklerim, okuduklarım, gördüklerimden..
bilemediklerim, duyamadıklarım, göremediklerim, söyleyemediklerimden..
beni, sabrımı, başımı aşan işlerimden, boş vakitlerimden, uyku nöbetlerimden..
düşündüklerimden,
düşünmekten,
hep ve daha çok düşünmek işinden..

benden,
benden,
bir başkası olmaksızın hep benden..

nefes alacak yer kalmadı..
içimde, içinde saklanıp 'oh' dediğim o yer kalmadı..

1 Ocak 2010 Cuma

01

simon: melvin, do you know where you're lucky? you know who you want..

as good as it gets('97)